Ben, sen, o, biz, siz, onlar ne fark eder?
“Hepimiz insanız”
İnsanın hayatı, dalgalı suya bırakılan oyuncak geminin çırpınarak sürdürdüğü yolculuğa benziyor. İnsan, kendi iradesi dışında ete kemiğe bürünen ruhuyla varlığını sürdüren bir fani.
Anne karnında göbek bağıyla maddesel gıdasını alan bebek, annesinin duygu ve hisleriyle de zihinsel gıdasını almaktadır. İşitiyor; anne ve babasıyla diğer hane sakinlerinin “sesine” aşina oluyor. Bakınız “ses” ne kadar önemli. Henüz görülmeyen bir yüzü sesiyle tanımak… İnsan yavrusu küçük yuvasında fide gibi yeşeriyorken, ismini işittiği an tekmeyle tepki veriyor. Bu minik varlığa ismini kim öğretti? Nasıl biliyor ona hitap edildiğini? Ninnilerin tınısını nasıl algılıyor? Henüz yaşı olmayan varlığını incecik ancak bir o kadar da donanımlı “anne karnı” dediğimiz mucizevi yuvasında sürdüren minnacık bir varlık…
Bu yüzden “insanın kader çizgisi annesinin yol aldığı güzergâhta sürüyor.” dersek yanlış olmaz. Annenin yediği ve içtiği her şey; yaşadığı hüzün, stres, sıkıntı, bunalım veya mutluluk, huzur, sevinç bebeğin ruhuna hıfzediyor. Çocuğa karşı ebeveyn sorumluluğu başlamış demektir. Ne kadar önemli değil mi?
Bazen trafik ışıklarında rastlıyorum. Ya pusette ya bebek arabasında ya kucakta taşınan bebeklere… “Rabbim korusun” diye iç geçiyorum. Tehlikenin kol gezdiği yağmur ormanlarına benzeyen trafikte, kaderi annenin iki kolu arasında olan varlık! İçimden geçiriyorum; anne bilinçli ise yeşil ışığın yanmasını bekler ve öyle yola atılır. Ancak bilinçli değilse sabırsız davranıp yola atlar, kaza kaçınılmaz olur. Neticesinde anne kucağındaki evladına da zarar vermiş oluyor. Anne karnında başlayan ‘hayatı’ o elzem yolculuk, kucakta devam ediyor.
DUVARIN DİBİNE SİNMİŞ SERÇE
Çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık insanın fiziksel olarak yaşadığı hayatın izdüşümüdür. Bu iz düşümlere diğer varlıkları da katmamız gerekmiyor mu? Mavi gezegeni birlikte paylaştığımız çiçek, böcek, memeli hayvanlar olmak üzere…
Geçende bahçe duvar dibine sığınmış bir serçe fark ettim. Yaklaşıp elimi uzattım, hiç kıpırdamadı. Avucuma aldığım an minik pençeli ayaklarını oynattı. Sıcakta susuz kalmış ve bunalmıştı. Çeşmeye götürdüm, başına birkaç damla su serptim, birkaç yudum su içirdim. Dışarı çıktım, avucumda hala hareketsiz duruyordu. “Öldü mü?” diye düşünüyorken bir anda ‘pır” diye bir ses duydum. Avucumdan hızla kanat çırpıp ağacın dalına kondu. “Oh be!”, dedim; kalbim huzur doldu.
AĞACA TIRMANAN MAYMUN
İnsan hayatı böyle işte Sevgili Okurlar,
Küçük görülen şeyler ömürlük huzurun misali olabiliyor. Okyanuslarda damlaları kurutsanız devasa mavi deniz kalmaz. Parçalardan mücehhezdir tüm her şey!
Düşünüyorum bazen; behey anne ve babasını seçme hakkı olmayan sen,
nasıl oluyor mevki, makam, güç, para sahibi olduğun vakit; en yakınından en uzağına kadar insanlara kibirle bakıyorsun? Kendini yoktan var eden ve her şeye muktedir sanacak kadar çıldırıyorsun!
Buna güç zehirlenmesi deniyor ancak ben; “Ağaca tırmanan maymunun arkası görünür” diye düşünürüm her daim.
Aslolan; insanın irade olarak her şeyi bilme ve her şeyi yapabilme yetisinin olmadığının idrakinde yaşamasıdır. İnsan, ilmi insanlığın yararı için yapmalıdır. Savaşmak, öldürmek, katletmek için yapılan her icat, fani dünyayı cehennem taşlarıyla döşemektir. Yaptığın tüm çabalar cehennemini inşa etmeye yarayacaktır! Bakınız; insanlar icatları ilmi hayatı kolaylaştırmak, insanların günlük yaşamını rahatlatmak için yapmaktaydı. Tarih öncesi fanilerin, hayatta kalmak için icatlarda bulunmasının ötesinde günümüzde konforlu ve sağlıklı yaşam için ilim yapılmaktadır. Lakin materyalist zihniyet, teknolojiyi artık insanlığın düşmanı olan bir silah olarak kullanmaya başladı. Tehlike çok büyük! “Ben muktedirim, ben yaratırım, her şeye kadirim” böbürlenmesiyle icatlarda bulunmakla birlikte şimdi de Tanrı’ya ulaşmanın peşine düştüler. Peki, haşa olacak iş değil de, ne yapmak istemektedirler sizce? “Tanrı’yı yenme hırsı!” Nereden mi anlıyoruz? En büyük yatırımlar en büyük bütçeler insanları ve canlıları yok eden ilaç, silah, mühimmat, malzeme için ayrılıyor, buradan anlıyoruz. Kirlenmeyen, hırpalanmayan, yok olmaya yüz tutmayan ne kaldı şu yalan dünyada, söyler misiniz? Tabi ki çalışmak, gayretle hayata zenginlik katmak önemli… Ancak “Dünyayı ben yarattım” kibriyle davranan faninin gelecekte mavi kürede “yatacak” yeri dahi olacak mı?
Bu duygularıma tercüman olması dileğiyle sizler için sahifeme bir dörtlük bırakıyorum:
Emanetçiyiz…
Kendini aşılmaz devasa bir dağ gibi görenler,
Alçaklığı örten gölgenin gerçeğini görmezler.
Sahibiyim, sandığı her şeyi bırakıp gidenler,
Yoktan var eden Yaradan’ın emanetçisiydiler!
Meşhur Filozof Emanuel Kant; “vicdan insanda yaş aldıkça gelişir” diyor ve ekliyor “vicdan yanılmaz” Kıymetli okurlar. Vicdanlı insan yaşama sevincinin kaynağını bulmuştur. İnsan, kendini güvende hissettiği kadar mutludur!
Yüzyılımızın en önemli zihinsel rahatsızlığı dediğimiz depresyonun kaynağı stres, huzursuzluk, güven eksikliğidir. Huzur ve mutluluk güzel yaşamın teminatıdır. Mutsuz bir insan salgına benzer. “Ben yandım herkes yansın” hırsını dinamit gibi içinde besler.
“Cahilden militan dahi olmaz!”
Hiç varlıklı aile evlatları arasında mafya çıktığını işittiniz mi? Bakınız zorba veya mafya dediğimiz hadise ülkemizde 12 Eylül dönemi öncesinin mirasıdır. Ne kadar sağcı veya solcu bilinen insan varsa; 12 Eylül 1980 darbesi sonrası mafya oldu! İdareye el koyanlar, “Tamam bitti, ben devletim” dedi ve sağı, solu, ortası demeden toparlayıp tıktı zindana… Neticesinde “idealizmin” boş olduğuna kanaat getiren ve büyük bir hayal kırıklığı yaşayan idealist gençler arasından asılmadan sağ salim çıkanlar buhran yaşadı. İşsiz ve mesleksizdiler. Silah kullanmayı bilen bazıları ‘mafyacılığa’ soyundu. Her biri fakir ve eğitimsiz ailelerin çocuklarıydı! Bu tabi ki tesadüf değildi. Üniversiteler zeki, çalışkan ve idealist gençlerin otağıydı. Yurt dışı bağlantılı “terör icat eden” uzmanlar bu yüzden üniversitelere karargâh kurdu, gençleri tuzağa düşürdü. “Cahilden militan dahi olmaz” diye düşündüler, herhalde.
HÜLASA okurlarımız; “vicdan”, “merhamet”, “ahlaklı olmak” dediğimiz halet-i ruhiye zenginlikleri toplumun devamının teminatı anlamına gelmektedir. Bireyler vicdanlı ise çatısı vicdanla örülmüş toplum da sağlıklı, huzurlu ve berhudar olur. Eskiden sıkça işitirdik, “paramız yoktu ama mutluyduk”
Şimdi ise ‘paramız var ama mutlu değiliz” diyor, belirli yaştakiler. Cüneyt Arkın’ın şu sözünü hiç unutmam. “Ben çocukken çobanlık yaparken, koyunların yanında taşın ve toprağın üzerine uzanır, mışıl mışıl uyurdum. Sabah güneşin ilk ışıklarıyla çiçekler gibi kalbi kıpır kıpır atan dinç bir çocuk olarak uyanırdım. Oysa şimdi kuş tüyü, konforlu, özel imal edilmiş yataklarda gözümüze uyku girmiyor!”
“Damak tadınız varsa siz mutlu ve huzurlu insansınız!”
Huzurlu ve mutlu olup olmadığımızın emaresi ne mi? Oturduğumuz veya bulunduğumuz yer önemli değil, şöyle ‘ince belli bardağımızdan bir yudum çayı’ huzur içinde yudumlayabiliyor muyuz? Damağımızda o lezzeti alıyorsak eğer biz huzurlu ve mutlu insanız! Kıymetli okurlar; her nimetin bir külfeti oluyor. Tamam, hayatımız kolaylaştı ancak tüm imkânlara sahip olmak için maddi imkânın olmalı. Bu da o imkânlara ulaşmak için daha çok çalışmak, daha çok yıpranmak ve daha çok sıkıntı yaşamak anlamına gelmektedir. Yine de yetiremiyoruz, değil mi? Kapitalist tüketim toplumu dediğimiz şey tam da bu işte! Bir cep telefonunun tüm özelliklerinin yüzde yirmisini dahi bilerek kullanamıyoruz ki; bir yıl sonra bir üst model üretiliyor. İçerisinde pek çok yeni özellikler var. Alıp kullanmasan olmuyor! Peki ya fiyatı! Ya kişi başına düşen fatura ücretleri!
Bir yaz günü; memleketimde yolda yürüyorum, baktım yol kenarında kamyonlara yüklenmiş tonlarca saman yığını. Ha devrildi ha devrilecek… Çiftçiye sordum; “Bu saman silolarının fiyatı ne kadar?”
Dedi ki: “Beş altı bin lira!”,
“Kaç gün çalıştınız?
“Üç ay sıcak havada, soğuk havada çalıştık”
“Peki” dedim, “Bir cep telefonunun fiyatı ne kadar? En az altı yedi binden başlıyor. Bu kadar emek veriyorsunuz aylarca ancak bir cep telefonu bile etmiyor! Adamcağız durdu, şöyle birkaç saniye düşündü. Boynunu büktü: “Haklısın gardaş!” dedi. Zihnimizdeki minnacık şeyleri büyütürsek beynimizi hatta bedenimizi bitiren kocaman yük olur, hayatımıza bedel olur. Boyu, posu, ebadı değil; değeri önemli. Her şeyin bir külfeti var. Hayatın da… Rabbimizin bizlere hediye ettiği en muhteşem gerçek!
Birbirimize iyi davranalım, birbirimizi sevelim. Roma’yı toplum düşmanı “mutsuz bir insan” yakmadı mı? Ukrayna’ya savaşı bir kibir abidesi bir insan açmadı mı? Tüm dünyayı savaş belasına kendi ırkını üstün ırk olarak kabul ettirmeye çalışan bir kişi sürüklemedi mi? Bir insan deyip geçmeyelim. Kurtuluş Savaşı kahramanı ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de bir insandı! Hem de yetim kalmış. Ve yine bildiğiniz gibi insanlığın kurtuluş reçetesini tüm insanlığa yine kendisi etten ve kemikten yaratılan “bir insan” hediye etmedi mi? Sevgili Peygamber Efendimiz de bir insandı. Küçük yaşta yetim ve öksüz kalmıştı. Ancak, milyarlarca insanlığın sonsuz huzuru için müjdeler getirdi!
“Ruhunuzda huzur fidesi, gönlünüzde mutluluk meyvesi, yüzünüzde gülücük çiçeği eksik olmasın” diyor sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sağlıcakla kalın, huzurla yaşayın.