“Kadın”dan “İnsan”a Yolculuk

İyinur Ergün
İyinur Ergün

Kadının bir tarihi var mıdır? Bizi derin bir kazıya sürükleyecek olan bu sorunun bizi götüreceği ilk durak “kadın”ın ne olduğudur.  Kadın kavramı, literatürde erişkin dişi insan; hatun, hatun kişi, bayan diye tanımlar alır. Düşünmeye konu edinmek istediğimiz şey kavramlar olunca en güvenilir mantık kurallarına başvururuz. Zira tanım yapmak, işaret ettiğimiz şeyi ortaya çıkarana kadar çizdiğimiz dairenin dışındakileri de bilmekle mümkün olur. Hal böyle olunca, daha üst bir kavrama başvurmak kaçınılmazdır.  İnsan nedir? Fakat insanın ne olduğuna erişmenin yolu da aynı zamanda onun ne olmadığını bilmekten geçiyor. İnsanlık düşünce mirası, uygarlık tarihi yakın yüzyıla kadar insanın ne olmadığını açıklayan metinlerle doludur. (Cündioğlu, Çıplaklık, Utanç ve Örtünme 2020). 


En genel şemada “İnsan ne değildir?” sorusu şöyle cevaplar bulmuştur:


İnsan, çocuk değildir.

İnsan, köle değildir.

İnsan, deli değildir.

İnsan, hayvan değildir.

İnsan, barbar değildir.

İnsan, kadın değildir.


Bu kategoriler içinde hiç kuşkusuz en dikkat çekici olan ise kadının insan olmadığı yönündeki yaklaşımdır. Dolayısıyla kadın kavramını açıklamaya geçmeden önce onun insan olduğunu ispat etmemiz icap edecektir. Bu ispat ise yüzyılları içine alan bir yaşam ve düşünce deneyimi ile mümkün olmuştur. Bugün konu ettiğimiz kadın hakları işte tam da bu geçmişe yayılan yanlışlarla pekişmiş fikir geleneğinin sonucunda ortaya çıkmıştır.


Geçmişe baktığımızda çalışmaların pek çoğunda “kadın”lık ve “erkek”lik kavramlarının sıklıkla biyolojik kategoriler olarak değerlendirildiğini görürüz. Yani kadın ya da erkek olmak biyolojik, fiziksel farklılık ve özelliklerle tanımlanmıştır. Hatta biraz daha dikkatli iz sürmek istediğimizde kadınlık kavramı seçkin, güç sahibi, yönetici sınıfın bir parçasını ifade etmenin yanında her türlü sınıfsal ve kültürel farklılıklara sahip eşitsizlik içeren ve hiyerarşik bir açıklamada yerini bulmuştur. Kadının toplumsal konumlanışındaki eşitsizlik ve hiyerarşi kadını çağlar boyu süren hak arayışına sürüklemiştir.


İlk çağlardan başlayarak kadının oluşan kimliğinin nasıl bir seyir takip ettiğine bakmak istersek yüzyıllar sonra da çok fazla yol katedemediğini görürüz. Örneğin, Antik Yunan şehir devletlerinde dahi siyaset kadınların ve kölelerin dışlanması üzerine kurulmuştu. Atina’nın özgür vatandaşları bütünüyle erkeklerden oluşuyordu. Dolayısıyla kadın tanımı dar bir çerçeveye mahkûm olmuştur.


 Orta Çağ Avrupa’sında kadın olmakla neredeyse cadı olmak eşleştirilirken, Aydınlanma Dönemi’nde ise kadın annelik üzerinden nitelik kazanır. Hatta Aydınlanma Dönemi’nin en önemli düşünürlerinden J. J. Rousseau çocuk yetiştirilmesi ve eğitimi konusunda o güne kadar değinilmemiş konuları ele alan Emile (1762) adlı romanında anneliğe büyük övgülerde bulunur.  Romanda kahramanı konuşturarak kadının toplumdaki rolünü çizer. Ona göre kadının görevi çocukları emzirmek, bakımını üstlenmek, büyütmek ve eğitmektir.  Günümüze geldiğimizde kadın kavramının anlam seyrinin dünyanın büyük bir bölümünde halen tam bir evrenselliğe kavuşmadığı görülmektedir. Toplumdaki yerinin tayini konusunda insanoğlunun tam bir mutabakata varamadığı kadın kavramı, bu nedenle kaçınılmaz olarak daima hak kavramıyla birlikte düşünülür olmuştur. Hak; en genel anlamda devletin bireylere tanıdığı serbestlikler olarak açıklanabilir. Şu var ki, dünyada insan hakları ile kadın haklarının gelişimi eş zamanlı gerçekleşmemiştir. Oysa insan haklarını güvence altına alan yasalardan çok daha sonra kadın haklarıyla ilgili düzenlemeler hayata geçirilmiştir.


1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi “en temelde devletin hedefinin insan haklarını gözetme” olduğu vurgusu yaparken kadınların haklarını yeterince korumadığı ve erkek egemen bir yapıda olduğu düşüncesiyle eleştirilerek Olympe de Gouges ve arkadaşları 1791 Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi adı altında yeni bir bildirge yayınlarlar. Bu bildirgeyle de Fransız Devrimi’nin evrensellik iddiasının eksik olduğunu ortaya koyuyor, devrimin ve evrensellik iddiasının ancak kadınların da hakları tanınınca tamam olabileceğinin altını çiziyordu (Scott, 1997: 20). Bu bildirgenin birinci maddesinde yer alan “Kadın özgür doğar ve erkeklerle haklar bakımından eşittir.” cümlesi böylelikle dünya tarihindeki önemli yerini almıştır. Mesele kadın hakları olunca elbette hepimizin belkide en iyi bildiği tarih 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’dür. 1857 yılında New York’ta “eşit ücret” isteğiyle grev yapan tekstil sektöründe çalışan ve yangında yaşamlarını kaybeden kadınlar, kadınların ekonomik hak ve özgürlük taleplerinin öncüleri olarak hafızalarda yerini almıştır. 


Kadının dünyada kimlik edinme yolculuğu böyle sürerken, ülkemizde ise kadın haklarına yönelik çalışmalar oldukça geçmişe dayalıdır. Kadın haklarının temelleri Osmanlı Devleti döneminde atılmaya başlanmıştır. Kadın dernekleri, kadın dergileri aracılığıyla kadınlar hak taleblerini dile getirecek çeşitli yayın organlarını kullanmışlardır. Bu konuda büyük mücadele veren “Kadınlar Dünyası” dergisi ise bu çabada büyük bir yer tutmaktadır.


Cumhuriyet dönemine gelindiğinde birçok dünya ülkesinden çok daha önce kadın hakları konusunda büyük adımlar atılmıştır. 1930’da Belediye Kanunu’nda yapılan değişikliklerle yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkı kullanmıştır. 1934 yılında ise kadınlar milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandılar.  Zamanla kadınların kişisel, sosyo-ekonomik ve siyasal alandaki haklarında iyileştirme adımları hızlanmıştır. 1979 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ve 1981’de yürürlüğe giren Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) 1985’te onaylanmıştır. 


Dünden bugüne kadının haklarını korumaya yönelik adımlar, zamanın da koşullarına uygun olarak sürekli iyileştirme göstermiştir. Ancak dünyanın neresinden meseleye bakarsak bakalım, halen kadın haklarını konuşuyorsak “insan ne değildir?” Sorusuna verilen cevaptan kadını tam manasıyla çekip çıkarabilmiş sayılmayız. Zira kadın, çağdan çağa çeşitli inanç ya da fikirlere dayandırılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Öyle ki, kadına biçilen toplumsal ve dini rolden, kadının fizyolojik ve psikolojik konumlanmasına kadar Ali Şeriati “Fatıma Fatıma’dır” adlı eserinde detaylıca bahseder.


Kadını her şeyden mahrum ettiler, hatta İslam’dan ve dinden bile. Onu, kendi dinini tanımaktan mahrum ettiler. Okuma yazması olmadığı için dedikodu yapmalıydı, yaptı da nitekim. İlmî ve fikrî meşgaleleri olmadığı için oturup pirinç çorbası pişirmeliydi, parti tertip etmeliydi ve günlere gidebilmeliydi ancak. Okuma yazma, kitap okuma, farklı ortam ve meclislerde bulunma imkanı olmadığı için; doğal olarak tahsil görmüş ve her gün farklı ortamlarda bulunma şansı olan erkeğin seviyesine ulaşamadı. Bu durum tıpkı şuna benzer, önce bir kişinin elini felç edersiniz, ardından eli felç diye onu her şeyden mahrum edersiniz; ancak işin üzücü tarafı şu ki, tüm hurafeler, problemler, cahillikler, gericilikler, kavmi gelenekler, erkek egemen, kölelik ve bedevilik sistemlerinden kalma adetler, psikolojik ve cinsel eksiklikler; hepsi el ele vererek kadın için örümcek yuvası gibi karmaşık bir ağ örmüşlerdi ve zavallı kadın bu ağ içerisinde debelenip durmaktadır. Din adına, gelenek adına perdenin arkasına itilerek hayattan soyutlanmıştır. Bu bahanelerin hepsine de kılıf uydurulmuştur. İffet adına, namus adına ve ‘Kadın çocuklarının eğitiminden sorumludur.’ bahanelerine sığınılarak yapılmıştır bütün bunlar. Anlamakta güçlük çekiyorum doğrusu. Geri kalmış, yeteneksiz, bir tahtası eksik olan; okuma, eğitim, öğretim, tefekkür, kültür, medeniyet ve toplumsal terbiyeden yoksun olan bir kişi; nasıl olur da yarının nesillerini eğitmeye layık olabilir?” (Şeriati, 2010: 108).


Düşünürlerin dahi kadına yükledikleri anlamlar bu denli değişirken aslında en temelde ıskaladığımız yegane gerçek kadının da bir insan olduğu gerçeğiydi.  Zira kadının da erkeğin de hakikati aynıdır. Yani, insan. Kadının sınıfsallığı birden çok sebeple doğmuş ya da oluşturulmuş olsa da artık içinde bulunduğumuz çağda bu sınıfsallıkların, hiyerarşik eşitsizliklerin son bulması gerekmektedir. Yarının dünyasına giden yol bugün döşediğimiz taşların niteliğine bağlıdır. Gençlerimizin kadın ya da erkek fark etmeksizin kendisini öncelikle insan olduğu için değerli hissedebileceği, haklarının korunabileceğine inandığı, cinsiyetinin gerektireceği sosyal rollerini icra ederken de mutluluk duyabileceği yarınları inşa etmek bizim onlara borcumuzdur. 


Aksi halde, bizler böyle bir gelecek için yeterli adımları atmazsak, haklarına erişemeyen bireylerin bu hakları almak adı altında kendisini doğasından uzaklaştıracak, o “biricik insan olmaklığı” zedeleyecek eğilimlerde olmaları ve daha büyük bir eşitsizliği doğuracakları aşikâr bir gerçektir.


Bu nedenle kadın ve erkeği yaşam karşısında birbirinin üstünde ya da altında bir varlık olarak görmeyip, birbirine muhtaç ve birbirinin tamamlayanı olarak görmek en insani tavır olacaktır.


O zaman başa dönelim ve şimdi soruyu yeniden sorarak daireyi tamamlayalım: İnsan nedir? Bu soruya verilmiş cevaplardan uzun bir liste oluşturulabilir. Fakat kuşkusuz verilecek en net cevap şudur:


İnsan, kadındır.

İnsan, erkektir.


O halde selam olsun! İnsanı yaşatan kadınlara ve erkeklere!… Zira, dünya ancak bu dengeyle yaşanılır olabilir.

Felsefe Öğretmeni/Çınar Koleji