Hayatın monotonluğu bir makinenin yaptığı hareketlerin dışına çıkamaması gibi bir şeydir çoğu zaman. Oysa hayat, çeşit çeşit güzellik ve renkleri içinde saklayan bir fırsatlar zenginliği olarak yaratılmış ve bu gizemiyle birlikte bize hediye edilmiştir. Sadece ve sadece yemek içmek, barınmak, uyumak gibi belli başlı ihtiyaçlarımızı gidermek adına yaratılarak bu dünyaya gönderilmemiştir insan. (Ona) maddi cihazlarıyla beraber pek çok manevi cihazlar da verilmiştir.
İnsan, ufak bir iltifattan mutlu olabildiği gibi muhatabının küçük bir yüz buruşturmasıyla günün tadını tuzunu kaçırabilir; acı bir sözü ise yıllarca unutmayabilir. Dünyanın öbür ucunda açlıktan ölen bir çocuk insanı müteessir ettiği gibi sevdiğinden gördüğü bir vefasızlık da onu müteellim eder. Kimileri, keyif içinde yaşayıp umursamazken diğerlerini, kimilerinin ise zulme maruz kalan masumlar yüzünden uykuları kaçabilir. İşte bu sırdandır ki acısıyla tatlısıyla hayat, bin bir çeşit rengi içinde saklar. İnsanın istek ve arzularına göre de bu renkler açılır hayatın yüzüne.
İşte üç aylar bir taraftan bu monotonluğu kırar, diğer taraftan ise Rabb-i Rahim’imiz, tüm çaresizlere ve insan onurunu arayanlara der ki: “Yok mu isteyen, yok mu dua eden ona en güzel şekliyle cevap vereyim.”
Haliyle istemenin en güzel zamanıdır üç aylar. İstemesini bilmenin ve öğrenmenin en güzel dilimi. Hayatımızın monotonluğunu ve sıradanlığını kırmanın en güzel zamanı. Duygu ve latifelerimizi ummana açmanın, hayatın sahibiyle fısıldaşmanın, onun üzerimizdeki rahmetini ve tesirini, bizi bizden daha çok düşündüğünü ve onunla bağ kurmanın ve bu bağın da hayatımızdaki en anlamlı şey olduğunu hissetmenin en güzel vaktidir. Onun ruhumuza ne kadar yakın olduğunu hissetmenin en can alıcı noktası ve en tatlı anlarıdır. Tıpkı, tıpkı Resulullah’ın hissettiği gibi. Onun kadar hissedemesek de onun gibi hissetmenin gayretine düşmektir.
Her namazda niyetle onun huzuruna çıkma şuuruyla başlar varlık lambasının yanması, tekbirle huzurda yaşamak, kıyamla kendimizi bulmak, rükû ile ona yaklaşmak, secdede onunla olmakla devam eder ve tahiyyatta miraca yükselmekle zirveye ulaşır bu kudsi yolculuk. Muhteşem bir yükselmenin tekamülü gibidir işte üç aylar da.
Üç ayları fark ederek bu güzellikleri yaşamaya niyet etmekle, manen hazır olmakla başlar hakiki alemimizin lambası yanmaya. Regaible, kâinatın sebeb-i vücudunun âleme teşrif edişiyle yani Hz. Peygamber’in ana rahmine düşüşüyle meyvenin huzura doğması gibi Rabbimizin huzurunda yaşadığımızı hisseder, miraçla dünyada ama dünyadan yükselişin, Rabbimizin taltifinin en büyüğüne insanlık olarak yükseldiğimizi müşahade ederek O’nun yeryüzündeki halifesi olduğumuzu daha bir idrak ederiz. Beratta ise, bütün bir senenin mahsulatı saklıdır. O sene açıp, filizlenip, ebedi saadetlere açacak bereketli bir ağacın çiçeği ve tohumu saklıdır. Bizi Rabb-i Rahim’imize yaklaştıracak bütün bir senenin yıllık programı bu gece yapılır. Bu geceye yaklaşabildiğimiz ölçüde ona yaklaşırız bütün bir sene. Ve Kadir Gecesi. Gecelerin sultanı. Ruhların, fikirlerin ve tahayyürlerin uhrevileştiği, şu dünyaya sığmadığı, duaların heybelere sarılıp Rahman’ın rahmetle açılan arşına yükselme zamanı. Seksen yıllık bir ömrün fazileti ve meyvesi Kadir Gecesi’nin dallarında “Haydi gel, beni al!” dercesine duruyor kalp gözü açık olanlara.
Tüm bu güzellikler, iç içe sarılmış gül yaprakları gibi aşıkların nazarlarını hüsnüne celbediyor.
Recep ayı Regaip ve Miraç yapraklarıyla beyaz bir gül olarak takdim edilirken insanlığın gönlüne Hz. Peygamberin pak-ı vücudu kâinatın yüreğine bir gül goncasının tohumu tarzında düşüyordu. Hiçbir gözün göremediği O eşsiz güzelliği Miraçta bizzat müşahede ettikten sonra gül goncasının yaprakları bütün güzelliğiyle açılıyor, kemalini buluyor ve üç ayların, üç gülünden biri olan recebin beyaz gülü olarak beşere hediye ediliyordu. Ve gül-ü recep kıymetini bilenlerin gönlünde bembeyaz ışıl ışıl parlıyordu.
Şaban ise berat gülünün pembe yapraklarında ışıldıyordu. Sözgelimi bir Berat Gecesi’nde Hz. Aişe uyandığında Resulullah’ı yanında bulamayınca kalkacak ve onu aramaya başlayacaktı. Baki kabristanında, başını semaya kaldırmış halde bulduğunda ise Resulullah Berat Gecesi’ni ona şöyle tasvir edecekti:
“Muhakkak ki Rabb-i Kerîm şabanın 15. gecesinde dünya semasına rahmetiyle iner ve Benî Kelb kabilesinin koyunları sayısınca mağfiret eder.” (Tirmizî, Savm:39)
İşte şaban ayı da yüreklerine berat vesikasını asmak isteyenler için coşan rahmetin sembolüydü. Muhabbetle açarak beşere hediye edilen pembe, zarif bir gülün sembolü… Öyle pembe bir güldü ki yüreği iç içe rahmet yapraklarıyla ışıldıyordu.
Kırmızı bir gülün ruhu mest eden latif kokusu gibiydi oruçlunun açlık kokusu. Belki de bu yüzdendi iftara kadar duaların geri çevrilmemesinin hikmeti. “Onlardan biri dua edince, muhakkak duasına icabet ederim.” (Bakara; 186.) ayeti de yine oruçla ve ramazanla ilgili ayetlerden hemen sonraydı. Evet kırmızı bir gülün açıldığı gibi açılıyordu ramazanda cennetin rahmet kapıları ve her gece bir münadi sesleniyordu: “Günahlarının affedilmesi için istiğfar eden yok mu? Tövbe eden yok mu? Kabul edilsin. Dua eden yok mu? Cevap verilsin. Kendisi için bir şey isteyen yok mu? İsteği hemen karşılansın.” (Müsned, 4:22)
Bin aydan hayırlı Kadir Gecesi’yle rahmetin sel olup bir ömürlük bereketini ruhumuza akıttığı şefkatin kemale ermesiydi ramazan.
Üç ayların sevgiliden gelen ve sevgilinin beşer üzerindeki muhabbet ve şefkatini gösteren en alımlı, en anlamlı kırmızı bir gülüydü Ramazan-ı Şerif.
Bir gül goncasının yapraklarının birbirine sarılması gibidir üç aylar. Ve bu sarılışın zirveye çıkarak güzelliğini tecelli ettirdiği en güzel zaman aralığıdır ramazan. Kadir Gecesi’nde ise bu tekamülün merhamet yapraklarına sarılmasıyla, muhteşem bir güzelliğin, altın tecellisine mazhariyetini arayan ruhların zirveye çıkışıdır yaşananlar. Öyle ki cemaldeki rahmetle, rahmetteki cemalin gülden güzelliğidir alemimize ihsan edilen.
Bir “Hû” zamirinin muhteşem bir hat güzelliğiyle ruhlarımızı esir alıp meftun etmesi gibi, üç aylarda da o “Hû” zamirinin manasındaki zenginliklerle beraber bütün çekiciliği ve yakıcılığıyla gönlümüzü ve ruhumuzu baştan çıkartıp, bizi manevi bir alemin “sırlı” yolculuğuna buyur eder. Böylece üç aylar bizi “Hû”nun efsunlu tılsımı sayesinde; “ene”nin (benliğin) “varlığındaki yokluğundan”, “yokluğundaki varlığına” götürür. Yani kendisinden başka hiçbir şeyi görmeyen ve düşünmeyen bir benlikten ve bencillikten kurtarıp, her bir şeyde O’nu gören müminler yapar. Ve kâinatın açık gibi görünen kapalı kapıları, bu tılsımın açılmasıyla açılır. Dolayısıyla “Hû”yu okuduğumuz her yerde ve her mahlûkat üstünde onun varlığı, bizim hakiki varlığımızı diriltir. İlahî isimlerin her biri bir sikke ve turra olur ve biz biliriz ki mülk onundur. Mülkün hakiki sahibi de odur. İşte bu iman sayesinde halife-i ruy-i zemin olur insan ve O’nun mülkü, bizim mülkümüz gibi olur.
İşte üç aylar, insanı “halife-i ruy-i zemin” yani arzın temsilcisi yapan Rabbimizin insana verdiği en güzel hediyesi ve ihsanıdır. İnsanın her yıl önüne açarak çeşit çeşit nimetlerini sergilediği manevi bir pazarıdır ki bu mevsimde ruhlar şeffaflaşır, yeryüzündeki günahlara mukabil manevi tövbe ve istiğfarlarla Rabbü’l-Alemin’in rahmetine yaklaşılır. Ruh kendisine verilen manevi cihazlarla ebediyete yelken açar, cemiyet hayatında manevî feyizler ve inkişaflar yaşanır. Gülün güzelliğine yaraşır melek misâl hâleler inerken yeryüzüne, melek misâl hâletler yükselir arş-ı âlâya.
İnsanlığa hediye edilen bu beyazdan, pembeden ve kırmızıdan rengarenk muhabbet ve rahmet güllerine mukabil insanlığın en güzel cevabı olur Gül-ü Muhammed…
Regaiple dünya toprağına düşen gül tohumunun miraçla yükselip, beratla boyun eğip, kadirle açılıp gülümseyerek Rahman’ın güllerine verilen en güzel cevabını okur üç aylarda Gül-ü Muhammed…
Bu, “güllerin en güzellerine”, “güllerin en güzelinin” cevabıdır.