Zamanın Fatihlerini İçinde Saklayan Sır “İstemek”

Sönmez Artan
Sönmez Artan

Şimdi gözlerinizi kapatın ve yaşadığınız yerin, hadiselerin, insanların etkisinden, kargaşa ve alışkanlıklarından sıyrılarak kendi kendinize şu soruyu sorun: “Hayatta en çok istediğim şey nedir?” Yaşamınızda, zihninizde ve hayalinizde devam edip giden tüm kareleri durdurarak tekrar sorun: “Hayatta en çok istediğim şey nedir?” Bu soru öylesine önemlidir ki sizin hayatınız boyunca kişiliğinizi, kendinize has özelliklerinizi yani benliğinizi, şahsiyet ve karakterinizi belirleyecektir. Ve sadece bu sebep bile bu soruyu bir yere yazıp masanızın üzerinden hiç ayırmamanız gerektiğine dair kendinizi ikna etmeye yeter.

Düşünün şimdi, asıl istediğiniz şeyle beraber, istek ve arzularınızı arka arkaya sıraladığınızda nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalıyorsunuz? Ne kadar da çok şey istiyorsunuz değil mi? İstek ve arzularınızı sıraladığınızda şunu göreceksiniz ki bizim bütün davranışlarımız, fiillerimiz, tavırlarımız ve beynimizde kurup dilimizden dökülen cümleler aslında hep bizim istek ve arzularımızın farklı elbiseler içinde görülmesinden başka bir şey değildir.

Ve unutmayın ki bütün diğer istekleriniz de hep bu en büyük isteğinize göre şekillenip sıralanacaktır.

 

 

Biz kimiz ve neyiz biliyor musunuz?

Biz istek ve arzularımızın ta kendisiyiz. Neyi, ne kadar, niçin istiyorsak…

Neyi istiyorsak biz oyuz. Ne kadar istiyorsak o kadarız. Niçin istiyorsak onun için yaşıyoruz.

Hepimiz kendi içimizdeki istek ve arzu tohumlarını besliyoruz ve onların açılıp kendisini gerçekleştirmesi, özelliklerimizi açığa çıkarması için elimizden geleni yapıyoruz. Rahmanî olanlar Rahmanî çiçeklere, şeytanî olanlar da şeytanî zakkumlara uzanan dualara dönüşüveriyor.     

İçinizdeki isteğin samimiyeti, isteğinizin şiddeti ve karşı konulmazlığı ile de yakından ilgilidir. Bir şeyi ne kadar istiyorsanız, o konudaki samimiyetiniz ve ısrarınız da o kadar olacaktır.

   

Eser: Gülten Demir Bilen

İstanbul’u fethetmek arzusu ikinci Mehmet’te öylesine şiddetli ve karşı konulamayacak kadar had safhadaydı ki onun bütün mesaisi, bütün duygu, cihaz ve kabiliyetleri bu istek ve arzunun manevi duacısı, sadık ve yılmaz yardımcıları olmuşlardı.

Aynı ruhtan oluşan, aynı istek ve arzunun kalbinden pompalanan, yekvücut olmuş bir ordu…

Haliç’e gerilen zincirlere karşı, o muhteşem donanmayı karadan yürütecek kadar azimli, surlardan dökülen kızgın yağlarda pişmeyi göze alabilecek kadar gözü pek, bir taraftan bayrağı surlara dikerken diğer taraftan da göğsünü sayısız oklara bayrak yapmayı şiddetli istek ve arzularla hayal eden şehitlerden oluşacak kadar da samimiyetleri tescilli bir ordu…

İşin doğrusu hepsi İstanbul’un fethini istiyorlardı fakat sadece istemekle kalmıyorlardı; şiddetle, her şeyleriyle, bütün zerreleriyle istiyorlardı.

İşte içimizdeki şiddetli istek ve arzu tohumlarını hem ebedî hayatı kazanma, şu fani dünyadan insan gibi insan olarak çıkabilme davasına serpebilmeli hem de O rahmet peygamberinin ifadesiyle; “Bir kimsenin seninle imana kavuşmasına vesile olabilmenin sahralar dolusu kırmızı koyun sadaka vermekten daha hayırlı” (1) sayıldığı “kâinatın en büyük fethi” diyebileceğimiz “gönlü güzel insanlar” yetiştirmek de demek olan bir büyük dava için beslemeliyiz. O zaman göreceksiniz ki her bir kabiliyetiniz ve cihazınız bir kâşif, bir iz sürücü, bir hafiye gibi aradığınız hakikatlerin usta takipçisi olacaktır. Dahası size verilen o küçük âlemin içinde manevi çarpışmalara ve fetihlere sahne olan büyük bir ordunun neferleriyle tanışacaksınız. Âleminiz âlemler kadar büyüyecek.

Bu arada, bütün bu duygularınızın işlendikçe açıldığını, hatta işlenmeye işlenmeye karanlıkta kalmış duygu ve kabiliyetlerinizin yeniden yeniye gün yüzüne çıkıp geliştiğini fark edeceksiniz. Belki de onlarla yeniden tanışmanın heyecanını yaşayacaksınız. İşte yine o zaman, yüce Allah’ın “her şeyi açıp, fetheden” anlamına gelen “Fettah” isminin, üzerinizde tecelli etmeye başladığını göreceksiniz. Her patlayıp rengârenk açan tohumların arkasında, şiddetli bir istek ve arzunun duası olduğunu unutmayalım.

“İhlâs (samimiyet) ile kim ne isterse Allah verir.” Prensibine göre istemek ve ihlas birbirine arkadaştır adeta.

İstemek…

Şiddetli istemek…

Tüm mevcudiyetiyle istemek…

Hem çalışmanın hem de elde etmenin tohumunu saklayan istemek…

Biz bunu bir çeşit dua etmek olarak da tanımlayabiliriz. İçindeki isteme duygusunu, irade gücünü kaybeden bir insan için artık her şey bitmiştir. “De ki: duanız olmasa, Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” (2)  Ayet-i Kerimesindeki hakikat, bunun en güzel ölçüsüdür.

Peki, kimden isteyecektik ve nasıl isteyecektik?

Küçücük tohumlar hangi kudrete dayanıp, kimden istiyor ve istediklerini elde edip tonlarla yükü, hangi kudretin tecellisi ile kaldırıyorlarsa; sigara kağıdı gibi incecik yapraklar, kızgın alev topunun altında, saatlerce o ateşe ve hararete karşı, hangi kudrete sığınarak dayanıyorlarsa; o incecik nazik ve nazenin kökler, hangi ilmin ilhamıyla faydalı maddeleri topraktan süzüyor ve yine hangi tılsımın tesiriyle sert, katı taşları ve kayaları parçalıyorlarsa; biz de aynı ilmin, aynı tılsımın ve aynı duanın içinde kainatı sarıp sarmalayan aynı kudretten isteyecektik..

Nasıl isteyecektik? Her bir şey nasıl onun kudretine sığınarak, ona dayanarak istiyorsa, işte biz de öyle isteyecektik.

Demek ki hem şiddetli bir arzu ile isteyecektik, hem de devamlı ve ısrarlı bir dille isteyecektik. Bu aynı anlamda ibadetin de ta kendisiydi zaten. Hem böylece, O’na her an muhtaç olduğumuzu çok daha iyi anlayacaktık. Zira bir Latin atasözünde ifade edildiği gibi; “Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğiydi.” Bu sebeple olsa gerek Hz. Peygamber; “Amelin hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır.” (3) diyordu.

Hatta ve hatta yine bir başka hadiste ifade edildiği gibi; “Eğer Allah’ı hakkıyla tanısaydık, duamızla dağları yerinden oynatabilirdik.” (4) Şayet O’nu hakkıyla tanımayı hakkıyla isteyebilirsek… Onun kuvvet ve kudretini hissedip, Ona dayanabilirsek… Yani işe öncelikle ve tam da buradan başlayabilirsek…

Bütün bunlardan sonra, birinci derecede neyin isteklisi ve talibi olacağımız, neyi talep edeceğimiz, neye talebe olacağımız veya olmamız gerektiği kendiliğinden şekillenmiyor mu? Dolayısı ile talep edip isteklisi olduğumuz hakikatlere hangi yolla gideceğimiz ve hangi vasıtaların bizi çarçabuk isteklerimize ulaştıracağı da kendiliğinden önem kazanmıyor mu?

Hem düşünelim bir; “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” ise, “istemek” “vermenin” yani Rabbimizin “ihsan, ikram, hediye ve yardımlarının” bir parlak sırrıdır ki, kilidin hangi anahtarla, ne şekilde açılacağını gösteriyor.

Özetleyecek olursak; İkinci Mehmet İstanbul’u, Allah’ın adını ve şanını, adaletiyle birlikte yaymak için, karşı konulmaz şiddetli bir istek ve arzu ile fethetmek istiyordu.

Şimdi bu cümleyi öğelerine ayırarak vermek istediğimiz mesajı netleştirelim; Cümlenin yüklemi “istemek”ti.

Nasıl istiyordu?

“Karşı konulmaz şiddetli bir istek ve arzu ile” 

Ne istiyordu?

“İstanbul’u fethetmeyi.”

Niçin istiyordu?

“Allah’ın adını ve şanını, adaletiyle birlikte yaymak için. Yani Allah için.”

Kim istiyordu?

“İkinci Mehmet.”

İşte ikinci Mehmet’i Fatih Sultan Mehmet Han yapan sır, “neyi, niçin, ne kadar istediğini çok iyi bilmesiydi.”

Biz de hangi hakikatlere, nasıl bir istek ve arzu ile niçin talebe ve talip olduğumuzu bilirsek manevî fetihler yapabilir, gençlinde “Fatih” adı alan Mehmetler olabiliriz.


  1. Buharî, Cihad:103;Müslim, Fezâilü’s-Sahabe:34
  2. Furkan: 77
  3. Buhârî, İman 16, Ezân 81, Rikâk 18; Müslim, Salât 283, (782)
  4. Cami’u’s-Sağir 5: 319, Hadis No: 7448
Takip Et:
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni - Toki Kayaşehir Anadolu Lisesi