Geçen günler onu hayli yıpratmıştı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve asla olmayacaktı da…
Hava oldukça kasvetliydi. Boğaz’a nâzır evinin karanlık salonunda âdetâ gözlerini bir noktaya çivilemiş vaziyette mâziyi düşünüyordu. Seneler ne kadar da hızlı geçiyordu. Zaman layenkat’i akan bir nehir misali akıyor, cûş-u hurûşa gelerek dur durak bilmeden önüne ne gelirse sürüklüyordu. Zaman paha biçilmez bir nimetti; elden gittikten sonra kadr u kıymeti anlaşılan bir nimet-i ilâhiye… Neden bu kadar hızlı geçiyordu seneler? Geriye mahza yaşanmış hatıralar kalıyordu. Acısıyla tatlısıyla geçen günler fotoğraf karelerine hapsediliyordu ânı ölümsüzleştirmek adına.
Ahmed Refik Bey, oturduğu sandalyenin yanında duvara yasladığı koltuk değneklerine uzanarak yavaşça yerinden kalktı ve yine onlara istinad ederek ağır adımlarla odasına geçmek üzere merdivenlere yöneldi. Çocukluğunda güle oynaya koşar adımlarla çıktığı bu merdivenleri adımlamak artık ona çok ağır geliyordu. Nihayet odasına gelebilmişti. Gıcırtıyla açılan kapıdan içeri girdi ve pencerelerin açık olduğunu pembe güllü perdenin ise dans edercesine rüzgârın uğultusuna kendini kaptırarak havalandığını gördü. Oda iyice soğumuştu. Duvarda asılı güvelenmiş bir Bünyan kilimi, küçük bir kitaplık, tahta bir masa ve komodin. Bir de uzun zamandır tozu alınmamış, dede yadigârı eski bir gramafon. Ahmet Refik Bey gramafona yaklaştı, plakları gözden geçirdi ve en sevdiği parçayı seçti; “Değdi saçlarıma bahar gülleri/Nâzende sevgilim yâdıma düştü.” Gençliğinde de mûsikişinas biriydi Ahmet Refik Bey. Gayri ihtiyâri gözleri doldu. Komodinin üzerindeki çerçeveye uzandı elleri… Yıllar önce kaybettiği refîkâ-ı hayatı Şerife Hanım’ı; aslanlar gibi yetiştirdiği, büyük adam olmasını umud ettiği, kendisini yalnızlığa mahkum eden biricik oğlu Ömer Muhib’i ve “evimin şenlikleri, mis kokuları çiçekleri” diyerek sevdiği kızları Ayşe Semra ve Asiye Betül’ü düşündü…
Geceler gündüzlere kalbederken o hayat-ı fâniyyesinin her geçen gün daha da kısaldığını hissediyor, yalnızlığı katmerleniyordu. Hani derler ya; “Yalnızlık seçim olduğu zaman güzel, mecburiyet olduğu zaman fenadır, zordur.” Hakikaten öyleydi… Karşısına çıkan birçok meşakkatin üstesinden gelmişti. Ancak bu sıkıntılar karşısında bîtap düştüğünün de farkındaydı. Hem bîtap düşmüştü hem de yapayalnız kalmıştı. Halbuki yalnızlığı hiç mi hiç sevmezdi ama ne çare? Her şey onun ihtiyarına bağlı tahakkuk edemezdi ki… Onun üzerine düşen, verilen emaneti zamanı gelinceye dek muhafaza edebilmek, sermâye-i ömrünü ekmel sûrette değerlendirmek için nâmütenâhi sa’y-ü gayret sarf edebilmekti. Bir an durdu. Gözleri duvardaki takvime takıldı. Takvim yaprağı 27 Mayıs’ı gösteriyordu. 67 yıllık bir hayatı geride bıraktığının farkına vardı. Evet, 67. yaş günüydü bugün Ahmet Refik Bey’in. “Aman Allah’ım! Bunca sene nasıl geçti böyle?” diye içinden geçirdi. Dile kolay 67 sene… Başını ellerinin arasına aldı. Bir film şeridi gibi gözlerinin önüne geldi yaşadığı hayat… Kazandıkları, kaybettikleri; hüzünleri, sevinçleri; hicranları vuslatları… Sonu gelmeyen hayalleri, set çekemediği hevesleri… Nefes almakta güçlük çektiğini fark etti ve yavaş adımlarla koltuk değneğinden yardım alarak balkona geçti. Köşede duran köhnemiş sandalyeye bıraktı taşımakta güçlük çektiği bedenini… Mehtabı seyre koyuldu. Dalgaların hoyratça kıyıya vurduğu bu gece hiç bitmeyecekti sanki… Ne uzun bir geceydi!.. Başını kaldırdı; gökyüzünü temaşa etmek, her dâim açık olan kitab-ı kâinatı okumak ve tefekkür etmek adına. Gece kandilleri olan yıldızları da görmek istiyordu ancak sadece tek bir yıldız vardı: Süreyya yıldızı. Onun da nuru gitgide azalıyordu. Şu koca âlemde Ahmet Refik Bey ne kadar yalnızsa bu yıldız da karanlık semada öyle yapayalnız kalmıştı. Daha fazla dayanamadı gözleri… Çeşm-i yaşları yanaklarını okşayarak deniz mavisi gömleğinin yakasına düştü. Kalbi daralıyordu âdetâ… Yalnızlık bir kor misali kalbini yakıyordu. Tutunacak dalı kalmamıştı. Nefes almak bile ona güç geliyordu. Şairin sözleri geldi aklına bir an; “Bu dünya devr-i âlemdir, daima durmaz döner./Can feneri püf diye, âkıbet bir gün söner.“
Ahmet Refik Bey için yolun sonu görünüyordu. Neden sonra gramafonun çalmakta olduğunu fark etti. Oturduğu sandalyeden kalktı ve aralıklı kapıdan girerek masasına oturdu. Yazmak niyetiyle çekmecesinden lâlettâyin seçtiği bir deftere bâr-ı ızdırâbını hafifletmek adına şu manidar mısraları yazdı:
“Yalnızlıklarım nedir ki? Deryalardan bir damla/Ey yazılamayan gerçek! Bâri kalplere damla!”
Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve asla olmayacaktı da...