Mustafa Kutlu Üstad’ın “Tufandan Önce” kitabında yurtdışında okumuş, uzun süre orada yaşamış ve nihayet ülkesine geri dönerek siyasete atılmış bir Bakan’ın Anadolu’nun küçük bir kasabasına gelmesi anlatılır. Bakan, gözelerden çıkan buz gibi suyu dudaklarına değdirdiği vakit “Ben de bu vatanın evladıyım” diyor. “Ben de Anadolu çocuğuyum…” Ve Bakan’ın kendi kendine güldüğünü söylüyor Mustafa Kutlu, “Küreselleşen bir dünyada Anadolu çocuğu olmak…” Ona komik gelmiş olmalı. Yadırgayamayacağımız bir durum bu. Sonuçta bazen bize de bu dünyada Anadolulu olmak zor hatta zül gelmiyor mu?
Her yanda tekdüzeliğin hâkim olduğu bir zeminde; bir kökten beslenmiş binbir farklı dala malik bir coğrafyanın mensubu olmak, kolay iş değil doğrusu. Anadolu’da doğsa da bir insan için, Anadolulu olmak veya Anadolulu kalmak kolay değil.
Hemen belirtelim ki; Anadolu’dan kastımız bir toprak parçası değil. Asrı Saadet ikliminde yetişmiş bir irfanın menşei olan bir yöreyi kast ediyoruz “Anadolu” derken. Diriliş erlerini, Asımları, Fatihleri yetiştirecek körpe dimağların memleketine işaret ediyoruz. Anadolulu derken; Alpaslan’la başlayan bir serüvende Yunusların, Mevlanaların, Şemslerin, Şehyi Şirvanilerin talebelerini; hak için hak ile hakta olan arifleri ifade ediyor, bu yüzden, bu Dünya’da Anadolulu olmak zor diyoruz.
Anadolulu olmanın ilk adımı taşıyla, toprağıyla, çimeniyle, suyuyla memleketini sevmek; insanını tanımaya çalışmaktır. Çünkü yalnızca ülkemizin iç kesimlerinde yaşayan insanların iç âlemlerine hasr-ı nazar etmek, onların hayatlarını tahlil etmek bile Anadolu irfanı hakkında bize az çok bilgi verecektir. Bu bakımdan elimizde mezkûr irfanı anlamak için çok sayıda kaynak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat malumu ilam kabilinden zikretmek gerekir ki irfanı idrak için malumat sahibi olmak kâfi değildir. Hissetmek ve yaşamaktır esas olan. Bu yüzden yolunuz Anadolu’ya düştüğünde kalbinizin üstünde taşıdığınız vatan toprağına şükürle oturup bir Âşık Veysel türküsü dinleyerek dedelerinizin, ninelerinizin hayatını anlamaya çalışarak bin yıllık koca bir maziyi hissedebilirsiniz. Bazen vicdan ve heyecanla dinlediğiniz bir Âşık Veysel türküsünün sizi Kurtuluş Savaşı’na götürdüğünü, savaş sonrası oluşan fakirliği yaşattığını, halkın dertlerini size de sirayet ettirdiğini ve Anadoluluların bütün bu dertlerin üstesinden nasıl geldiklerini görebilirsiniz.
Sonra belki Anadolu’yu özümser, Anadolu’yu yaşayarak anlayabilirsiniz. Memleketin aşklarını, hüzünlerini, dertlerini, öfkelerini bir yaşlı teyzenin gözünden akan yaşta okuyabilir, bu topraklara İslam’ın nasıl sirayet ettiğini klasik Anadolu mahallelerindeki Arnavut kaldırımlarını adımlarken fark edebilirsiniz. Mevzu sadece görmeyi, bilmeyi, hissetmeyi istemekte. Mevzu belki de sadece sevmekte. Çünkü sevince öğrenir insan; sevince insan, taştan da topraktan da kuştan da böcekten de ders alabilir. Yunus bunun en güzel örneğidir. Çünkü o, aşk seline gark olunca sarı çiçeğe sormuş, dağlarla ovalarla dost olmuş; sevgisiyle işitmiş hakikati, sevgisiyle işittirmiş.
Biz de sevsek bir gün bütün kalbimizle; kim bilir neler öğrenecek, neler sezinleyeceğiz. Neler işitecek neler işittireceğiz? Belki bir Aşık Veysel türküsünde kendimizi görecek, kaybettiklerimizi sevgiyle bulacağız. Anadolu’yu bulacak belki Anadolulu olacağız.