Herkesin hayatı boyunca etkisinde kaldığı öğretmenleri vardır. Hepimizin ilk, orta tahsil ve üniversite sıralarında kendilerinden feyz aldığımız, bilgi dağarcığımızı zenginleştirdiğimiz hocalarımız olmuştur. Ama ilkokul öğretmenlerinin hâli bir başka. Onlar ilk heves, ilk heyecan, ilk mutluluk, ilk göz ağrısı, ilk kalp sızısı gibidirler. Anne ve babadan sonra kendimize en yakın hissettiğimiz büyüklerimizdir. Bu bakımdan ilkokul öğretmenleri asla unutulamaz. Maziye dönüp baktığımızda suretleri akıllarda, siretleri gönüllerde, isimleri kalbimizdedir.
Öğrencilerini eğiten, yönlendiren ve bir bakıma onların ruhlarını yoğuranlar, büyük ölçüde öğretmenlerdir. Öğretmenleri hayatta olanlar, aslında çok şanslıdırlar, bahtiyardırlar. Keşke, bütün büyüklerimiz gibi öğretmenlerimizi de sık sık hatırlasak, onları ziyaret etsek veya en azından telefonla arayıp hatırlarını sorsak… Ne iyi olur değil mi? Bu bir görev aslında; çünkü üstümüzde hakları var, inkâr edemeyiz. Hepsi de sağ olsun, var olsun.
Bilgi aldığımız, birikiminden faydalandığımız herkes bizim öğretmenimiz aslında. Biz de bu malumatı başkalarıyla paylaştığımızda onların öğretmeni oluyoruz bir bakıma. Yani hayatımız boyunca hem öğretmen hem de öğrenciyiz farkında olmadan. Okullarda ‘bize harf öğreten’lerin sayısı pek çok. Ama ‘ilk öğretmen’lerin yeri bambaşka…
Her yıl 24 Kasım’da “Öğretmenler Günü” kutlanır. Ne güzel! İyi de bu yeterli mi acaba? Şunu iyi biliyoruz ki; bu tebriki gönülden yapanlar, öğretmenlerini sadece senede bir gün hatırlamıyor, aksine her zaman onları saygıyla, sevgiyle, şükranla yâd ediyorlar.
Benim de pek çok değerli öğretmenim, kıymetli hocam oldu. Sadece isimlerini bir kâğıda yazsam rahatlıkla bir sayfayı bulur. Ama unutamadığım ilkokul öğretmenim Mehmet Tevfik Yargıcı’nın gönlümdeki yeri inanın bambaşkadır. Onu her zaman rahmetle, minnetle, muhabbetle andım, anıyorum. O, müstesna iyi hocalarımdandı. Siirt Gazi İlkokulunda bize okumayı, kitabı, kütüphaneyi, yazmayı, düşünmeyi ve araştırmayı sevdirdi. Sınıftaki nükteli konuşmalarını, şiir okuyuşlarını, tarihten menkıbeler anlatmasını unutamıyorum. Hakları hiçbir zaman ödenmez iyi muallimlerin. Bu vesileyle 2012 yılında ebedî âleme göç eden Tevfik Hocama Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı yüksek olsun. Onun gibi gerçek rehberler, istikamet sahibi önderler, erdemli iyi hocalar çok değerlidir.
Yıllar önce yayımlanan Sefertası adlı kitabımda “Tevfik Öğretmen” adlı bir hikâye/hatıramı yayımlamıştım. Burada o yüce gönüllü insanı anlatmaya çalışıyordum. Anlatabildim mi, sanmam. Bütün öğretmenlerimizin adına ve onların bana göre temsilcisi hocam hakkında kaleme aldığım bu hisli yazıyı takdim ediyorum. Umarım faydalı bulursunuz. Kim bilir belki siz de oturup sizi ziyadesiyle etkilemiş olan bir öğretmeniniz hakkında benzer bir hatıra yazısını veya hikâyeyi yazarsınız. Ne iyi olur. Bence hiç ertelemeyin, kaleme sarılıp “Bismillah” deyin ve hemen başlayın, zira “hayırlı işlerde acele etmemiz” tavsiye edilmiştir. İşte “Tevfik Öğretmen” yazım:
TEVFİK ÖĞRETMEN
-Bana okumayı, kitabı ve bilgiyi sevdiren aziz hocama-
Doğup büyüdüğü şehre yıllar sonra gelmişti. Küçük, sevimli, beyaz Anadolu kentiydi bu. Üniversite, iş güç, yedek subaylık, evlilik derken yıllar bir su gibi akıp gidivermişti. Hayat dediğiniz nedir ki zaten? Göz açıp kapayana kadar on yıllar geçer, bir de bakarsınız çocukluk, delikanlılık, gençlik basamaklarını aşmış olgunluk yaşına gelmişsiniz. Artık yaşlılık merdivenlerinden adım adım inmektesiniz.
Senelerden beri baba toprağına ayak basmamıştı, buralara hasret kalmıştı nice zamandır. Daracık sokaklarında top koşuşturduğu bu toprağı nasıl da özlemişti oysa. Mis gibi kokladı havasını. Bıttım ağaçlarının dallarından taşan kokusu püfür püfür esiyordu her yandan. Çocukluk arkadaşlarını, birlikte oynadıkları türlü oyunları, gizli kapaklı okuduğu Tommiks-Teksas macera romanlarını, yaşadığı bin bir serüveni dünmüş gibi hatırlıyordu.
Minik bir tur yapmak istedi şehirde. Her zaman olduğu gibi önce doğup büyüdüğü evi görmek istedi. Bunun için biraz yürümesi gerekiyordu. Eskiden olsa şehri çepeçevre dolaşırdı da kilometrelerce yola bana mısın demezdi. Şimdi öyle mi ya, geçirdiği ameliyattan sonra artık ufak bir yokuş bile onu yoruyor, azıcık yol vücudunu kan ter içinde bırakıyordu. Şehir batıya doğru bir hayli büyümüş, eski mahallelerin bulunduğu bölge ise neredeyse terkedilmiş şehir gibi ıssızlığa bürünmüştü. Fakir fukaralar, köyden kente göç eden aileler doldurmuştu bu eski, kerpiçten, sevimli evleri… O ise herkesin aksine bu mahalleleri, bu sokakları, bu evleri daha çok seviyordu. Çünkü şahsiyeti olan evler, sokaklar, mahallelerdi. Yeni kurulan şehirde evler dikine oturtulmuş kibrit kutusu gibi geliyordu ona. Anlamsız, zevksiz, kişiliksiz ve tuhaf… Ama işte insanların çoğu da o yapay evleri, o soğuk semtleri seviyordu. Birbirinin tıpkısı dairelerde oturmayı tercih ediyordu.
Eski evlerine yaklaştıkça heyecanı artıyordu. İnce uzun, bir yılan gibi kıvrılan sokaktı bu. Sokağın başına geldiğinde, çocukken arkadaşlarıyla gün boyu oynadığı arsayı görmek istedi. O boşluk dolmuştu. Taşlık, ıssız arsanın yerinde yeller esiyordu, yoktu artık. Yerine kocaman, ahenksiz bir bina yapılmıştı. Hüzünlendi bir an. Orada taşlar arasında geçirdiği yıllar geçti bir bir gözünün önünden. Bazen küçük yılanlara rastlardı orada. Ne heyecandı ama… Mahalle arkadaşlarıyla taşları kaldırır, güya altlarında define bulacaklarmış gibi günlerce kazı çalışmaları yaparlardı. O inanılmaz hâllerine tebessüm ediyordu şimdi. “Ne günlerdi…” diye geçirdi içinden. Bir “Remzi” diye seslense sanki arkadaşının, arsanın dibindeki tek katlı evden çıkıp geleceğini ve oyuna başlayacaklarını sanıyordu. Oysa gerçek öyle değildi. Artık ne arsa kalmıştı geride ne de Remzi buralardaydı. Büyük bir ihtimalle o da buralardan taşınmış, iş güç sahibi olmuş, belki de çoluk çocuğa karışmıştı. Kim bilir araştırsa, soruştursa Remzi’yi de bulacak, bir çayhanede alçak iskemlelere oturup sıcak demli çayların eşliğinde çocukluk yıllarını anlatacaklardı birbirlerine. Allah bilir ya, belki de Remzi çok irileşmiş, göbeklenmiş ve saçlarına kırlar düşmüştür. O zayıf, çelimsiz, fakat yüreği sevgi dolu olan çocuk belki de iri kıyım bir baba oluvermiştir. Ama o, çocukluk hayali, hafızasındaki o olağanüstü sahneler bozulmasın istiyordu. “Bari arkadaşımı olsun, hayal dünyamda çocukken tanıdığım gibi yaşatayım.” diye düşündü. Hâlbuki mekânlar da değişiyordu, şehirler de insanlar da…
Sokakta ağır ağır yürümeye devam etti. Yıkılmayan eski evleri gördükçe gözleri heyecanla parlıyor, zamanın acımasızlığına dayanan bu eski sağlam yapılara sevgisi artıyordu. Değil mi ki, o sebatkâr yapılar, 35 yıl önceki gibi sapasağlam yerlerinde duruyor, âdeta zamanın kıyıcılığına karşı omuz omuza direniyorlardı. Ve işte doğup büyüdüğü ev… İki katlı, heybetli ve sokağa hâkim olan şipşirin büyük sığınak. Karşısındaki küçük yeşil türbe aynen duruyordu. Türbe evin tam karşısında köşede, âdeta sokağın, mahallenin manevi muhafızı gibiydi. Dört sokağın başındaki bu türbe her gelen geçenin durup dua ettiği, ellerini açıp Fatihalar okuduğu büyük bir ermişin makamıydı. “Şeyh Mahmut Türbesi” derlerdi oraya. Çocuklar önünde oynar, yaşlılar burada bir parça soluklandıktan sonra yollarına aheste aheste devam ederlerdi. Neredeyse acımasızca geçip giden zamanın tek şahidiydi küçük kubbeli, vakur türbe… Diğer köşede de minik mescit. Gözleri doldu bir an. Orada küçücükken kıldığı namazlar, kardeşiyle gittikleri teravih ibadetleri, okunan o güzelim ilahiler, mescidin içinde yaptıkları yaramazlıklar… Sevimli imamı, güzel sesli müezzini ve görevlerini hiç aksatmadan her gün beş vakit mescidin yolunu tutan ihtiyar adamlar… Çoğu tanıdıktı o yaşlıların. Kimi arkadaşının amcası, kimisinin de dedesiydi. Ama hepsinin de buluştuğu mekân mescitti. Bazen türbenin önünde karşılaşır, selâmlaşır, sonra ağır aksak yine yollarına devam ederdi. Hayat muntazaman ama belli aralıklarla, değişmeyen fasılalarla devam eder giderdi. Hamdi amca kapılarının önünden geçiyorsa ve güneş tepedeyse şayet, demek ki öğle ezanı okunmak üzereydi. Çok sürmez, az sonra Celâl Hoca’nın yanık sesi duyulurdu. Zaman öğle ile akşam arasındaysa ve yine geçiyorsa kapılarının önünden nur yüzlü yaşlılar, vakit ikindiydi. İkindileri serin olurdu genelde. Kurşunî renkte bir hava kaplardı her tarafı. Akşamın burnunu gösterdiği demde, hızlı okunan ezanı dinlerdi ablasıyla. Babası, dükkândan bu ezanın okunuşundan yaklaşık yarım saat sonra gelirdi. Elinde evde yapacağı işler… Babası kundura tamircisiydi. Yaşlıydı ve çok çalışırdı. Yemeni dikerdi bazen evde, dükkânda yetiştiremediği işleri eve getirirdi. İpini mumlar, iğneye geçirir, sonra da köseleleri sert yemenileri ve ayakkabıları tamir ederdi.
Türbenin önünde bir an durdu, çocukluğunda yaptığı gibi ellerini açtı ve bir Fatiha okudu. Göz ucuyla da evlerine bakıyordu. Geçen 35 yıl ondan hiçbir şey alıp götürememişti. Sadece boyası değişmişti. Biraz makyaj yapmışlardı binaya, o kadar. Ablasının gelin oluşunu bu evde görmüştü. Abisiyle birlikte cumbada oturuşu ve oyuncaklarıyla saatlerce oyalanışı… Okula başladığı günleri unutabilir miydi hiç? Yazları gittiği Kur’an kursunu ve orada yaşadığı maceraları… Sokak dile gelebilseydi neler anlatırdı kim bilir? Arkadaşlarıyla giriştikleri meydan savaşları, takas ederek okudukları kitaplar, bilye oyunları, misketler… Ramazan şenlikleri, yakılan ateşler, nevruz törenleri, mübarek ayda gece yarısı zifiri karanlıkta evin penceresinden bir heyula gibi seyrettiği davulcu… İçine korku üfleyen, davul sesiyle onu ötelere götüren o iri kıyım adam. Fırtınaya, yağmura, soğuğa bile meydan okuyan, çizmesiyle karları eze eze yürüyen o dev adamı çok severdi nedense. Ama ondan ürkerdi de… O adam Ramazan’la birlikte gelir, bu ayın vedalaşıp gitmesiyle de kaybolurdu. Bir daha davulcuyu göremezdi… Gözleri arar mıydı onu, bilinmez. Sanki bir oyun oynuyordu onunla. Bayram gelince adam sırra kadem basıyor, bir sene ortalıkta görünmüyordu. Sonra Ramazan ayının gelişiyle ilk sahur için yine şehri korkusuzca dolaşmaya başlıyordu.
Evin iç bölmesindeki havuz, damında gökyüzündeki yıldızları seyrederek uyuduğu yaz geceleri… Çok sevdiği kedi ve yavruları, kış aylarında mangal başında edilen sohbetler… İftar saatindeki sininin çevresinde öbeklenen anne, baba, ağabey ve ablalarının tarifsiz sevinci… Yün eldiven ve çorap ören çilekeş anne, gayretli baba… Gençlik heyecanıyla türlü işler yapan büyük ağabeyleri… Küçük kardeşin yarım orucu… Sonra ilk aşkı, ilk sevdalandığı küçük kız… Bütün bunlar bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden… Hayır hayır, daha fazla kalamazdı bu sokağın başında… Türbenin önünde de birkaç dakika kalınır zaten, bir surenin okunuş süresidir bu. En fazla da beş dakika…
Ev çoktan satılmıştı. Evin kapısını tıklasaydı, gelen şimdiki sahibi yaşlı kadına, “Teyzeciğim burası eskiden bizim evimizdi. Benim çocukluğum bu evde geçti. Şimdi çok uzak diyarlarda yaşıyorum. Her zaman buralara gelemiyorum. Ne olur, izin verin. Girip içeride uyuduğum odayı, oynadığım havuzlu avluyu, geceleri yıldızları seyrettiğim damı göreyim. Çok nadir olarak kullandığımız misafir odasına son kez olsun bakayım, duvarındaki kahveci güzelini duruyorsa yine seyredeyim. Mutfağında düşüp dizimi kanattığım o asma katta bir defacık daha oturayım. Kedimizin ve yavrularının köşesinde son defa durayım. O mekânları çok özledim inanın. Ne olur izin verin.” diyemezdi. Memlekette böyle şeyler hoş karşılanmaz, adama ya “deli”, ya da “art niyetli” gözüyle bakarlardı.
Son bir defa baktı doğup büyüdüğü eve dışarıdan, son defa hasretle kucakladı o şirin evin hayatından derin izler taşıyan odalarını. İncik boncuk hatıralarını, mum ışığında duvarlarda kurduğu hayalleri yanına alıp yine yürümeye devam etti.
Bu yolun sonu okula çıkardı. Bir de okulunu görmek istedi. Ona ilk bilgilerin verildiği, Türkçenin en güzel şekilde konuşulduğu ve hayatının anlamının kavratıldığı ilk mektep sıraları… Toplu olarak duyduğu ilk hüzünlü şarkılar, coşturan marşlar, efkârlandıran türküler… Hepsini bu okulda, Gazi İlkokulu’nda duymuş, öğrenmiş, hissetmiş ve yaşamıştı. Ders aralarında yediği sandviç ve Amerikan süt tozundan yapılma içtiği tatsız süt…
Yol yokuştu, ama bir nefeste çıktı. Evle okul arasındaki bu yol onun için mukaddes sayılırdı. Daracık, ince yol bilir miydi şu anda üstünde yürüyen adamın, 35 sene önce siyah önlüğüyle, elinde çantasıyla yine bu yokuşu minik adımlarla tırmandığını. Geç kalıp koşturduğu günleri hatırlar mıydı? Heves ve heyecanla arkadaşlarına gittiği günleri hissetmiş miydi hiçbir zaman? İşte eski Belediye binası ve okul… Gazi İlkokulu aynen yerinde duruyordu… Yaz olduğu için okullar tatildi ve bahçeden kuş cıvıltılarını andıran sesler gelmiyordu. O sönük, ölgün bahçeye girmek istemedi. Sadece uzaktan süzdü. Bir ömrün yarısı geçmişti o yıllardan bu yana.
Anlayamadığı bir dürtü ve cesaretle okulun idare binasına girdi. Kendisini karşılayan hademeye “Müdür beyle görüşmek istiyorum.” deyiverdi. Hademe, bu temiz giyimli adamı yadırgamadı, “Herhalde bir işi vardır.” deyip kapıya kadar kendisine eşlik etti. Acaba nasıl karşılayacak müdür onu. Kapıyı tıklattı, izin alıp içeri girdi. Müdürü tanımıyordu. “Efendim, beni tanımazsınız. Ben bu okuldan 1970’lerde mezun oldum. Özlemişim bu mekânı, hasret kalmışım kokusuna. Gelip görmek istedim. Cesaretimi bağışlayın. Bir çeşit nostalji benimkisi. Eskiler nasıl derlerdi ‘daüssıla’… Neylersiniz, insanın yaşı kemâle erince geçmişe sarılırmış, geçmişe yani hatıralara… Kendisini anılarla avuturmuş… Affedin… Sadece bu amaçla geldim. Vaktinizi fazla almayacağım.”
Müdür güngörmüş birine benziyordu. Tebessüm etti, ayağa kalktı. “Olur mu efendim. Buyurun, oturun lütfen. Siz bizim misafirimizsiniz. Hem eski öğrencimiz hem de hemşerimizsiniz. Biraz soluklanın lütfen. Bir çayımızı için. Tanışalım hele bir…”
Bu sıcak karşılama, ona cesaret vermişti. Çayını yudumlarken “Müdür Bey, biliyorum biraz fazla oluyorum, hatta belki de iyi niyetinizi suiistimal ettiğimi bile düşünebilirsiniz haklı olarak. Ama ilkokulda iken çekilmiş hiçbir resmim yok. Acaba eski evraka bakıp görebilir miyim küçüklük fotoğrafımı.”
Müdür hiç üşenmedi. Mezuniyet yılını sordu, ismini ve soyadını da öğrendi. Sonra da koca koca kara kaplı kütük defterlerini açtı. Solmuş, yıpranmış büyük sayfaları tek tek çevirdi ve buldu: “İşte, sanırım aradığınız fotoğraf bu!” Doğru, bu onun çocukluk fotoğrafıydı. İlkokul sıralarında çektirdiği resimdi. İnce, zayıf yüz hatları… Kara, iri gözler… Hülyalı bakışlar… Aynı sayfada diğer arkadaşlarının da resimleri duruyordu. İşte Cemal, işte İsmail, işte Ahmet… Aman Allah’ım sanki zaman tüneline girmiş ve o yıllara gitmişti…
Ayrılırken müdürün elini sıktı, teşekkür etti ve “Son bir ricam olacak. Beni Tevfik Öğretmen okutmuştu. Onu görmek istiyorum. Kendisini acaba nerede bulabilirim? Yeri yurdu nerede? Yardımcı olabilir misiniz?” Müdür sanki dünyanın en iyi insanlarından biri olup çıkmıştı karşısına. Üşenmedi, “Ha şu bizim meşhur Tevfik Öğretmen mi? Tevfik Yargıcı yani. Birkaç yıl öncesine kadar çalışıyordu. Emekli olduktan sonra bir ayakkabı dükkânı açtı. Sonra kapattı. Bir ara İzmir’e gittiğini duydum. Yaşlandı ve rahatsızlandı. Artık pek çarşıya inmiyor, okula da hiç gelmiyor. Ama ev adresini verebilirim.”
Ölçüsüz bir sevinç kapladı yüreğini. İşte Tevfik Öğretmen’in ev adresi elindeydi. Yollarda koşarcasına yürüdü. O dünyanın en sempatik, tombul ve bilgili öğretmenini görmek, yine ellerini öpmek, geçmiş yılları bir nebze geri getirmek ve doyasıya onunla sohbet etmek istiyordu. Şehirdeki herkes gibi Tevfik Öğretmen de yeni yapılan ve boy boy kutu apartmanların sıralandığı Kooperatif Mahallesi’ne yerleşmişti.
Bulması zor olmadı mahalleyi. Şehrin öbür ucuna gelmişti gerçi ama olsun. Rastladığı ilk dükkâna girdi. Bu bir bakkal dükkânıydı. Adama öğretmenin adını verdi ve adresini sordu. Bakkal “Bizim Tevfik Hoca mı? Ya camide olur ya da evinde. Şu ilerdeki küçük camiye gidiver, orada yoksa sana evini tarif ederler.” dedi. Sevinci katlanıyordu. Âdeta kanatlanarak yürüyordu camiye doğru. Kapıdan hızla içeri girdi. İçerde kimse yoktu. Demek cemaat namazdan sonra dağılmıştı. Avluda başında takke, abdest alan birini gördü. Heyecanla ona yöneldi. Adam abdestini bitirmiş, ayağa kalkmıştı. “Tevfik Öğretmen…” demeye kalmadan adam, “Şu karşıki apartmanın ikinci katında oturur. Kapıdaki zilde ismi yazılıdır. Basıver, açarlar.”
Evet, nihayet maksadına erişmiş, hedefine nail olmuştu işte. Onu yetiştiren, ona kitap ve bilginin güzelliklerini öğreten sevgili öğretmenini bulmuştu, onu görebilecekti artık. Eve çekingen adımlarla yaklaştı. Zile tereddütle bastı. Kapı az sonra açıldı. İçeri girdi. Apartmanın ana kapısından merdivenlere yöneldi, yukarıya doğru çıkmaya başladı. İkinci katta nur yüzlü, başında beyaz tülbendi olan yaşlı bir kadın karşıladı kendisini. “Buyurun evlâdım, kime baktınız?” Bir an yutkundu, sonra da bütün cesaretini toplayarak, “Efendim Tevfik Öğretmen’i soracaktım. Ben ilkokuldan öğrencisiyim. Onu ziyarete geldim.” dedi.
Genç adamın heyecanını fark eden teyze, Anadolu kadınıydı ve hâlden anlıyordu. Kapıyı ardına kadar açtı, tebessüm ederek, “Buyurun evlâdım, çekinmeyin, içeri girin.” dedi. Usulca, ama tereddütle girdi içeriye. Acaba hocasını nasıl bulacaktı? Bitkin, hasta ve yatalak mı? Yoksa dinç ve sağlıklı mı? Eskiden olduğu gibi toplu ve ışıltılı çehresiyle mütebessim mi? Nasıldı? Kanepede oturan yaşlı adam yüzünü çevirdi kapıya doğru. İşte Tevfik Öğretmen… Aynı yüz, aynı mimikler, aynı ışıltılı gözler… Hemen ellerine yapıştı. “Hocam beni hatırladınız mı? Gazi İlkokulu’ndan öğrenciniz….”
Tevfik öğretmen, önce zayıf gözlerini hafifçe kıstı, sonra yeniden açtı, sehpadaki gözlüğünü ağır hareketlerle aldı, yerine yerleştirdi. Eski öğrencisini hatırlamaya çalıştı ve tanıdı. “Hatırladım, hoş geldin. Daha önce de beni ziyaret etmek istemiştin, ama buralarda değildik o zaman. Vefalı çocuksun… Aferin…”
Hocanın gözleri nemlendi bir an… Eşine döndü, sevinçle seslendi: “Hanım görüyorsun değil mi, benim öğrencilerim çok vefalı… Yıllar sonra bile eski öğretmenlerini arayıp buluyor, ziyaret edip hayır dualarını alıyorlar.”
Yine öğrencisiydi ve öğretmeninden öğreneceği çok şeyler vardı. Dizinin dibinde oturdu. Konuştular, sohbet ettiler. Uzun bir ayrılıktan sonra kavuşmanın tadını çıkarıyorlardı. Daha çok Tevfik Öğretmen anlattı, o dinledi… Hoca rahatsızlanmış, vücutça çökmüştü ama ideallerinden, anlatma direncinden, yaşama sevincinden hiçbir şey kaybetmemişti. Yine anlatıyor, anlatıyor ve çevresindekilere bildiklerini aktarmaya çalışıyordu… Peygamber kıssalarından başladı, kültürümüze geldi, şiire ve edebiyata temas etti, birkaç nükte nakletti. Yine hoşsohbet, yine sözü dinlenir bir bilgeydi Tevfik Öğretmen…
Uzun süren sohbetin sonunda, “Peki sen neler yapıyorsun bakayım. Biz gördüğün gibi mütekait muallimiz. Artık çarşıya da çıkamıyorum. Eve çöreklendik, hanımın başına kaldık. Vademizi beklemedeyiz. Ya sen neler yaptın? Hangi okulları bitirdin, ne iş yapıyorsun?” diye sordu.
Genç adam, önce yutkundu, önüne getirilen bisküviden birazcık aldı, çayını yudumladı, usulca, yavaşça cevap verdi: “Hocam ben gazeteciyim, hasbelkader yazı yazmaya çalışıyorum. Zât-ı âlinize de bir kitabımı getirdim. Kabul ederseniz…” Tevfik Öğretmen canlanmıştı birden. “Ne gazeteci mi, yazar mı? Aman ne güzel… Hanım bak!.. Öğrencim yazar olmuş, bana da kitabını getirmiş… Ne büyük saadet ne derin mutluluk benim için…”
Genç adam utanmış, kızarmış, mahcup olmuştu. Ama yine de çantasını açtı ve içinden kırmızı kaplı bir kitap çıkardı. Kapağını açtı, ilk sayfasına birkaç satır yazdı, imzaladı ve öğretmenine uzattı. Tevfik Hoca, büyük bir olgunlukla aldı kitabı, kapağına baktı, gözlerini kıstı, arka kapaktaki yazıyı okudu, sonra içini karıştırdı biraz. “Aferin, iyi bir şairi incelemişsin. Ziya Osman Saba benim de sevdiğim bir şair… Güzel şiirler yazmıştır. Bir de ‘Okumak’ diye çok hoş bir hikâyesi var… Belki de size sınıfta okumuştum kim bilir…” dedi. “Herhalde öğretmenim” diye karşılık verdi adam. “Ziya Osman’ı ta ilkokul yıllarımdan beri çok seviyorum. Onun hakkında onlarca yazı ve iki kitap yazdım. Gönlü yüce ulu bir şairdir. Zaten yüreğimde ilk edebiyat kıvılcımını siz tutuşturdunuz. Sağ olun hocam… Meziyetler sizin, hatalar ise bizim…”
Tevfik Öğretmen her zamanki gibi mütevazıydı, müdahale etti: “Yok canım o senin içindeki cevher. O cevheri mücevher hâline getirmek için birazcık katkım olmuşsa ne mutlu bana…” İşte Tevfik Öğretmen buydu. Çok iyi bir ruh mimarıydı, sanki bütün erdemleri bünyesine toplamıştı. Tevazuun zirvesinde dolaşıp duruyordu.
“İyi bir şair Ziya Osman, ama güzel hikâyeleri de var değil mi?..” diye sordu. “Evet hocam, hikâyeleri de şiirleri kadar mükemmel…” Hocamın eşi de yanımızda oturmuş bizi dinliyordu. “Madem bu kitabını bana imzalayıp hediye ettin. Öyleyse şairimizden bir şiir oku da hanımla birlikte dinleyelim.”
Önce çekindi, öğretmenin yanında imtihana girer gibi heyecan duydu, sonra hocasının isteğini yerine getirmeye çalıştı. Kitabın sonlarına baktı… Bir şiir seçti ve yavaşça okumaya başladı:
İlk defa bakıyorum, Rabbim her şeye.
Yeryüzünü yeniden görür gibiyim
Bakıyorum renkler var: Mavi, yeşil, mor,
Gökyüzünde bulutlar uçup gidiyor.
Yollarda insanları, kuşu köpeği,
Öğreniyorum yeni baştan sevmeyi.
Şu âlem ayân ettiğin bize,
Ağaç, yol, yaprak meğer her şey mucize!
Tam bu esnada Tevfik Hoca heyecanlandı, eşine seslenerek “Hanım duyuyorsun değil mi? Ne kadar güzel, ne kadar manalı mısralar… ‘Meğer her şey mucize!’ diyor. Şair bu ince çizgiye erişebilmiş, bu sırlı noktayı yakalayabilmiş adam. Tefekkür ummanına dalmış bir derviş yahu! Maşallah! Oku evlâdım, devam et.”
Devam etti, biraz daha ağır ve ses tonuna dikkat ederek:
Anlıyorum her bir işte meramını,
Sevmeyi, ölmeyi, ömrün devamını.
Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor.
Anlıyorum, Allah’ım, kalbim niçin çarpıyor.
Şiir bitmişti. Tevfik Öğretmen’in gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu. Duygulanmıştı herhâlde Hoca. Eşi de gözlerini, beyaz tülbendinin ucuyla siliyordu. Bu duygulu ortam onu da sarstı, gayr-ı ihtiyari gözleri nemlendi. Ziyaretin süresini fazla uzatmamalıydı, hele bu bir hasta ziyareti ise… İzin istedi, kalktı. Ellerine sarıldı hocasının. Sonra eşiyle vedalaştı. Boğazı düğümlenmişti. Tevfik Öğretmen son bir bakışla, “Berhudar ol evlâdım, temiz yüreğine dert girmesin, gönlün hep ışıkla dolsun, arayanların çok olsun. Yine beklerim, bunu saymam.” deyip kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı.
Kapının önünde ayakkabılarını giydi. Kapı kapandı ama içerden hocasının tok ve gür sesi duyuluyordu. Tevfik Hoca, yeni bir şiiri coşkuyla okuyordu:
Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz…
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz….
Ben artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var
Gecenin sonu seher, kışın sonunda bahar.
Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar,
Birer ağaç altında sevgilimiz, annemiz.
Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz.
Content for your website https://ztd.bardou.online/adm
Web Development Wizards https://ztd.bardou.online/adm
Can provide a link mass to your website https://ztd.bardou.online/adm
Your site’s position in the search results https://ztd.bardou.online/adm
Free analysis of your website https://ztd.bardou.online/adm
SEO Optimizers Team https://ztd.bardou.online/adm
I offer mutually beneficial cooperation https://ztd.bardou.online/adm
Cool website. There is a suggestion https://ztd.bardou.online/adm
I really liked your site. Do you mind https://ztd.bardou.online/adm
Here’s what I can offer for the near future https://ztd.bardou.online/adm
Content for your website https://ztd.bardou.online/adm