Kitabın adında alfabenin ilk harfini, A’yı kullanıyorum. İlk haliyle, Fenike yazı sisteminde alef denen A harfi, bugün bildiğimiz A’nın yan yatırılmış biçimiydi –<| – ve inek ya da öküzü temsil ederdi. (Alef, Fenike dilinde “öküz” demekti.)
Yazarın hayatı hakkında kısaca bilgi verelim. Barry Sanders; İnsan ve Toplum, Kültür ve Toplum, Sosyoloji kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır. Başlıca kitapları alfabetik sırayla; ABC – Aklın Modernleşmesi, Kahkahanın Zaferi Yıkıcı Tarih Olarak Gülme, Öküzün A’sı olarak sayılabilir.
Biz bu değerlendirmemizde Öküzün A’sı isimli kitabı inceleyeceğiz.
Kitap 1994 yılında yazılmış. Giriş, yedi bölüm ve dizinden oluşuyor. Kitabın ismi oldukça ilginç. Yazar giriş bölümünde s.12’de neden böyle bir isim seçtiğini anlatıyor. Alfabenin ilk harfi olan A’yı kullandığını belirtiyor. İlk haliyle Fenike yazı sisteminde alef denilen A harfi bugün bildiğimiz A’nın yan yatırılmış biçimiydi. Bu sembol inek ya da öküzü temsil ederdi. Alef Fenike dilinde öküz demekti. Bu sembolün ve sözün seçimi ise sözelliğe geri dönüşü işaret ediyor. Bu kısmı kitaptan da alıntılayalım:
Kitabın adında alfabenin ilk harfini, A’yı kullanıyorum. İlk haliyle, Fenike yazı sisteminde alef denen A harfi, bugün bildiğimiz A’nın yan yatırılmış biçimiydi –<| – ve inek ya da öküzü temsil ederdi. (Alef, Fenike dilinde “öküz” demekti.) A, Fenikeliler için sesli harf değildi, bir nefesi simgelerdi (sesli harfleri gösteren yazılı işaretler yoktu bu alfabede). Küçük bir çocuk- tan “ox” (İngilizce “öküz”) sözcüğünü yazmasını isterseniz, büyük bir olasılıkla sözcüğün fonetik okunuşundan yola çıkarak “ax” diye yazacaktır. Sözellikte imla hatası olmaz ve bu kitap, sözelliğe geri dönme çabasını yansıtıyor. Ben de kitaba yakışacağını umduğum bu adı buldum: Öküzün A’sı. (s.8)
Kitabın seslendiği zamandan bakılınca 1994 yılında yaptığı tespit ve değerlendirmeler günümüz modern dünyasının ve teknolojik gelişimlerle sözlü kültürden uzaklaşmanın fotoğrafını çekiyor. Bu açıdan da oldukça çarpıcı ve dikkate değer bir eser olduğunu söylemem mümkün. Bahsettiği konular dönemine göre oldukça ileri görüşlü ve dikkate değer. Kitaptan yer yer alıntılar yapmak istiyorum.
(…)tarihe okuryazarlığın sonucu olarak giren benlik, tarihten silinmenin eşiğine gelmiş durumda. Kitap kültürüne bağlı toplumsal ve düşünsel bir kurgu olarak ortaya çıkan ve adına benlik dediğimiz bu araç, dağılarak insan repertuarından tamamen çıkma süreci içinde. Onun yitip gitmesiyle bizim şu anda tanıdığımız insan da kaybolacak. (S.10)
Sözlü ve yazılı kültürün çöküşünü insanın yitimi ile eşdeğer tutuyor. Bunları kaybettiğimizde insanın da yiteceğini anlatıyor.
İnsanlar konuşur. İnsanlar dinler. Ancak yeryüzünde varolmuş ve muazzam sayıda konuşanla dinleyenden meydana gelmiş sözlü kültürlerin pek azı, okuryazarlığa geçmek gibi kökten sarsıcı bir değişimi yaşamıştır. Birleşmiş Milletler’in son sayımına göre, dünyada bugün konuşulan yaklaşık üç bin dilden ancak yetmiş sekizi bir edebiyat ortaya koymuştur. Bu yetmiş sekiz dilden yalnızca beş ya da altısının uluslararası bir okur kitlesi vardır. Okuryazarlar dünya nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturur ama güçlerini sayılarının çok daha üzerinde bir ağırlıkla hissettirirler. Bir bakıma okurya-zarlığın verdiği derstir bu: Okuryazarlar, düşüncelerini sözlü kültüre ait insanların asla yapamayacağı bir biçimde ifade edebilme gücüne kavuşurlar. Bu kitabın konusu, okuryazarlıktır: insanı son derece güçlü bir bilince taşıyan o gizemli, anlaşılması zor kuvvet.
Bugün dünyada yaşayan insanların büyük bir bölümünün sözellikten ayrılıp okuryazarlığın öteki dünyasına geçme fırsatı vardır. Ama bu insanların çoğu bu fırsatı kullanmak için gereken ilk adımı atmaz bile. Belki de okuryazarlığın altında yatan paradoksun farkındadırlar: Aradaki köprü, çift yönlü trafiğe el vermemektedir. İnsan okuryazarlık denen ülkeye ayak bastı mı artık geriye dönemez. Okuryazarlığa konuk ya da turist olarak gidilemez. Çıkışı olmayan bir dünya, asla geriye dönüş olanağı sunmayan bir deneyimdir bu. Sözellik dünyası öteki taraftan ancak hayal meyal seçilir. İnsan o dünyada sanki düşlerinde yaşamışçasına, orayı yalnızca bulanık ana hatlarıyla anımsar. (s.14)
Okuryazarlar dünya nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturur ama güçlerini sayılarının çok daha üzerinde bir ağırlıkla hissettirirler. Bir bakıma okurya-zarlığın verdiği derstir bu: Okuryazarlar, düşüncelerini sözlü kültüre ait insanların asla yapamayacağı bir biçimde ifade edebilme gücüne kavuşurlar. Bu kitabın konusu, okuryazarlıktır: insanı son derece güçlü bir bilince taşıyan o gizemli, anlaşılması zor kuvvet.
“Yankı Ustası” tabiri fazlasıyla dikkatimi çekmişti. Guatemala’da yaşayan Mayalar en bilge masalcılarına bu ismi veriyorlar. Her kabilenin bir masalcıya her masalcının da bir kabileye ihtiyacı olduğunu söylüyor. Eğer dikkatli şekilde dinlenmezse anlatılan masalın da öykünün de bir önemi kalmaz. Bu aslında bize sözün tesirinin ancak alıcı bir kulağın, metnin tesirinin ise ancak okuyucu bir göz ve algılayacak bir zihnin varlığı ile anlam kazanacağını vurguluyor.
Sanayileşmenin getirisi olarak annelerin de iş hayatına katılması ile çocukların artık anne kuzusu olmak yerine bir tüketim aracı, bir pazarlama alanı haline geldiğini vurguluyor. Çocuğun sözel kültürünün gelişmesi dijital pazarın bir parçası olmasıyla değil aksine annesi ile kurduğu sözel bağlarla sağlanıyor. Bu bağların yolunu tıkayan dijitaller ise Sanders’in 1994’te saydığı çeşitlere göre kat kat arttı ve yollar tıkanmaktan ziyade çıkmaz sokağa döndü.
Televizyon izlemek dünyanın en kısır döngüsüne yol açar: Kişinin kendi imgelerini yaratma yeteneğini azaltarak, tıpkı bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi, onu hazır imgelere daha duyarlı hale getirir. Televizyon izlemek aynı zamanda iradeyi de zayıflatır. Elinin altında televizyon varken bir çocuk doğal kaynaklara başvurmayı gereksinim duymaz. Çocuk, televizyona olumsuz eleştiri getiren bir araştırmacının deyimiyle “down time” a (makinaların stop ettiği an) girmekten kurtulur ve günlük programının dağılıp kendini çaresizce zamanın akışına bıraktığı anları yaşamaz. Bir zamanlar bütün bir öğleden sonra “yapacak şey bulamayan” çocuklar oyunlar uydurur, kendilerini oyalayacak ilginç bir şeyler bulurlardı. Bugünlerde çocukların düş güçlerini kullanmalarına gerek yok. Yeni masallar uydurmak, yeni oyunlar icat etmek ya da gerçeği farklı bir şekilde kurmak zorunda değiller. Televizyon stüdyoları onların yerine bütün bunları yapıyor. Televizyon; ”kimse yalnızlık ya da can sıkıntısı çekmemeli, kimse eğlenmeden tek bir an geçirmemeli.
Sanders televizyon için bunları söylerken biz bu cümleleri dijital oyunların mahkumiyetine terk ettiğimiz çocuklarımız için yeniden düşünmeliyiz.
Esasında biz sözlü kültürü yitirirken eleştirel düşünmeyi, aklı selim hareket etmeyi, zihni melekelerimizi sağlıklı biçimde kullanmayı unutmuş, kaybetmiş ve terk etmiş oluyoruz. Öyleyse bu kitaba bir şans verip ekrana ara verme zamanı diyelim.
Şiddetin yükselişi ile sözlü kültürün çöküşü ters orantılı diyor Sanders. Dolayısıyla ABD’de çeteleşme, suça meyil ve şiddet eğiliminin okuryazarlığın azaldığı yerlerde arttığını söylüyor. “Okuryazarlık, ayrı ayrı benliklerden oluşan, her biri bir vicdan tarafından yönetilen ve bir amaca yönelik yaşayan bireylerin meydana getirdiği bir topluluk yaratır. Okuma yazma insanları başkalarının yaşamlarını hayal etmeye zorlar. Okuryazar insanlar sürekli sorgular. Eleştirel düşünceye sahiptir. Çete gençliği ise yalnızca hareket eder, düşünmez.”



