“Öğrenmenin ve öğretmenin sendeki o büyülü hâlini hiç unutmayacağım.” diye yazmıştı hatıra defterime, hayatıma iz bırakan öğretmenim. Uzunca bir süre bu cümleyi düşündüm çocuk aklımla. Öğrenmenin ve öğretmenin nasıl bir büyüsü olabilirdi ki? Anlamaya çalıştım ama o çocuk ruhum tam olarak ne demek istediğini o zamanlar kavrayamamıştı.
Yıllar geçti… Hafızamı yoklayıp geriye baktığımda şimdi bu cümlenin her harfini yaşamıma bir bir işleyen kimi olaylar ve olgular olduğunu görüyorum. Daha ilkokula başlamanın arefesinde yıpranmasınlar diye gazete kağıtlarıyla kapladığım kitaplarım, özenle hazırladığım çantam, okuma fişlerim…İki ayrı sınıfın tek bir derslikte öğrenim gördüğü bir okuldu, benim küçük İlkokulum. Kışın sobayla ısınırdık. Öğretmenimiz dört sıralık sınıfta, iki sıraya birinci sınıf konularını anlatır, ödev verir; biz ödevleri yaparken diğer iki sıraya da ikinci sınıf konularını anlatırdı. Bunca farklılığı bir arada tutabilen ancak olağanüstü biri olabilirdi, onun adı da “Öğretmen.”
Bir gün, okumayı ilk öğrenen çocuk olduğum için beni tahtaya çıkarıp diğer arkadaşlarıma da ders anlatmamı istemişti öğretmenim. Ben de henüz okumaya geçemeyen arkadaşlarıma her gün ders anlatır olmuştum. Nereden bilirdim ki o gün tahtaya çıkışımın bütün bir yaşam fotoğrafımın önemli bir karesi olacağını?
Daha üstünden yıl geçmeden bir kış sabahı bacası tüterken okulumun, araba camından yaşlı gözlerle bakarak okuluma ve yaşadığım şehre veda etmek zorunda kaldım.
Yıllar geçti… Yeni okul, yeni arkadaşlar…İlkokuldan mezun olmaya ramak kalmışken ben yine ilkokul öğretmenimin bana verdiği asli görevi asla unutmayarak ders anlatmanın yollarını arıyordum. Sonunda buldum.
On – on iki yaşlarımda binamızdaki çocukları bahçeye toplayıp, kömürlükte bulduğum sunta parçasını siyaha boyayıp, tebeşiri elime alıp bir şeyler karalayarak, onlarla “öğretmencilik” oynamaya başladım. Her yaş grubundan çocuğa bir şeyler yazıp çizip okutmanın bende bıraktığı o tarifsiz duygu halen dahi yüzümde bir tebessüm oluşturuyor.
Yıllar geçti… Hayat beni de o binada yaşayan diğer çocukları da apayrı yollara götürdü. Ben ilk okuduğum üniversite doğrultusunda bir işe girdim, sonra başka bir üniversite okuyarak başka bir işe… Nihayetinde üçüncü bir üniversite okuyarak diğer mesleklerimi bırakıp yıllar sonra “öğretmen” olmaya karar verdim. Şimdi anlıyorum ki “öğrenmenin ve öğretmenin büyüsü” ta ezelden kazınmış ruhuma. Araya giren koca bir hayat olsa da çocukluğumda olduğu gibi hayata anlam katma çabam yegane amacımmış meğer.
İnsanoğlunun anlam ve değer dünyasının inşasında meslek ötesi diye tanımlanacak bir kavram varsa “öğretmenlik” olmalı. Geçmişten bugüne insanlık kültür tarihinin izini sürmeye kalktığımızda iz bırakan isimlerin her şeyden önce çok iyi birer öğretmen olduğunu görürüz.
Örneğin, yürüyerek ders yaptığını bildiğimizi Muallim-i Evvel (ilk öğretmen) Aristoteles… Tüm insanoğlunu yüzyıllar boyunca tesiri altına almış ve onlara büyük düşünce yolları açmıştır. Onun arkasından gelen ve İslam dünyasının gözde şahsiyetlerinden Muallim-i Sani (ikinci öğretmen) Farabi ilk akla gelenlerdendir. İnsanoğlunun varlık, bilgi ve değer dünyasına dair neredeyse her konuya dair fikirler ortaya koymuş, eserleri kıtalar aşmış ilham veren düşünceleriyle hâlâ yaşayan öğretmenler onlar. Diğer yandan yazılı eseri olmamasına rağmen çarşıda pazarda yalınayak dolaşıp gençleri etrafına toplayarak “Söyleyin bakalım, yaşanmaya değer hayat nedir?” diyerek onları düşündüren hocaların hocası uyuşuk atı uyandırmaya çalışan bir huysuz “At Sineği” Sokrates…Öğretmen olmak hakikatin meşalesini taşıyan olmak anlamına geliyor olmalı ki bu isimler sesinin, sözünün ulaştığı her yere ve her kişiye ışık olma becerisini gösterebilmişler tarih boyunca.
Bugün insanlığın boğuştuğu sayısız sorun bir yana geçerliliğini yitiren onlarca meslekle de karşı karşıyayız. İlerleyen teknoloji ile birlikte hız çağının doğal sonuçlarından olan tüketici zihniyet bilgiye de çok kolay erişim sağlamaktadır. Hal böyle olunca öğretmenin “öğretme” misyonu tartışmaların odağı haline gelmiştir. Her geçen gün artan yapay zekâ tartışmaları, insanlara en kadim mesleği bir kere daha sorgulatır olmuştur. Ancak ıskalanan bir nokta var ki öğretmen yalnızca bilginin aktarıcısı değildir. Bilgiyi aktarırken duygusal alışverişiyle, sosyolojik ortam sağlayıcılığı ile bir makinenin erişemeyeceği insan ruhunun derinliklerine temas edebilme özelliğine sahiptir. Sadece öğretmekle kalmayıp sürekli birlikte olduğu canlı, taze dimağlardan da bir şeyler öğrenerek iki taraflı, hiçbir makinenin sağlayamayacağı bir akışın önemli bir tarafını oluşturmaktadır.
“Öğrenmenin ve öğretmenin büyülü hali” işte öğrenenin ve öğretenin sürekli yer değiştirdiği, yaş almakla öğrenmenin de öğretmenin de bitmediği bir tutku ve ilham değil de nedir?