İş arayan bir oduncu, sonunda bir kerestecinin yanında iş bulur. Görevi; fabrikanın çevresindeki ağaçları kesmektir. İlk gün büyük bir şevkle işe başlar. Gün boyunca 20 tane ağaç keser. İşveren çok memnundur. İkinci gün daha büyük bir aşkla işe devam eder. Ancak kestiği ağaç sayısı ancak 16 tanedir. Bu duruma hem kendisi hem işveren şaşırmıştır. Üçüncü gün çok erken işe koyulur, daha çok ağaç kesme niyetindedir. Ama akşam olunca bakar ki sadece 13 ağaç kesebilmiştir. Mahcup bir eda ile kalakalmışken işveren ona şöyle der: “En son ne zaman baltanı biledin?” Oduncu şaşkınlık içinde bakar kalır. Evet, büyük bir çabayla işe yoğunlaşmışken bir kere bile iki dakika durup baltasını bilememiştir.
Siz de oduncu gibi mi yapıyorsunuz? İşinize gücünüze yoğunlaşmış, dünya meşgalesiyle boğuşurken bazen de durup baltanızı bileyliyor musunuz hiç?
Ne demek şimdi baltayı bilemek? Bencileyin şöyle: İçi boşaltılmış bir hayat yaşıyoruz. Hayat diye yaşadığımız şey; amacından sapıp tahrif, tahrip ve imha edilmiştir. Dünyaya meylettikçe bireyselleşen, bireyselleştikçe şahsiyetini kaybeden, şahsiyetini kaybettikçe sorumluluklarını asan, sorumluluklarını astıkça emanete ihanet eden ve bundan sonra da kendini kaybedip, hayatı organizmanın varlığına indirgeyerek, kendine ihanet eden bir nesille karşı karşıyayız maalesef.
Kendini insan eden taraflarını ihmal eden kişi, tüm yatırımını tensel hazlara yapmaya başlamış; varlığını bedene, mutluluğunu cisminin rahatına, toplum içindeki itibarını da markaya indirgemiştir. Velhasılıkelam dipdiri meyyitlere dönüşmüşüzdür. Madde, manayı absorbe etmiştir.
Nasıl ki bedeninin sağlığı için; dengeli beslenmeye, düzenli gıdaya ve doktor kontrolüne ihtiyaç varsa, ruhunun da manevi bir şuura ve iklime ihtiyacı vardır. Yoksa ikisi arasındaki dengesizlik, genel anksiyete bozukluğu ve asabiyetle başlayıp şizofrenik hastalıklara kadar gidebilecektir. Bu sebeple; ruhu bazen iman, sevgi, aşk, şefkat, sadakat, fedakârlık, iyilik gibi değerlerle; bazen sanatın aşkın duyuşuyla doldurmak gerekir, diye düşünüyorum. Bunu tavsiye ediyorum. Zaten insanlığın tarihinden beri din de bir yönüyle bu dengeyi sağlamak için yok mudur?
Eğitimle ilgili “erken uyarı radar sistemi” gibi olan tavsiyemiz şu: Ahlaksız bir çocuğa ahlak eğitimi verilir, terbiyesiz bir çocuk terbiye edilebilir. Ama sakın unutmayın; değeri olmayan yani fıtratından gelen ve insanı insan kılan değerlerinin farkında olmayan bir çocuğa, şimdi de on yıl sonra da anlamlı hiçbir şey veremezsiniz. Bu kişilerin dinine sövseler, mezhebine küfretseler, kültürüne sataşsalar, bayrağını indirip askerine kurşun sıksalar umurunda olmazken malayani meseleler onu ölümüne ilgilendir. Dinimiz, ahlakımız, kültürümüz, ay yıldızlı bayrağımız… Bunların hepsi bir değerdir. Zaten bir çocuğa bunlarla kalben bir yakınlık kazandırmadıktan sonra onu sadece ilmen eğitmek topluma bela kazandırmak değil midir? Ne yapıp edip değersiz/değerlerini bilmeyen ve onlara sahip çıkmayan bir nesil yetiştirmeyelim. Ama maalesef sözümüzü yine muktezayı hale mutaassır şu anektodla bitiriyoruz:
Komutan genel taarruz öncesi birliği denetlemektedir. Bu sırada çalışmayan bir topun başında durur ve esas duruşta bekleyen çavuşa sorar:
-Bu topun nesi eksik?
-Beş şeyi komutanım!
-Say bakalım.
-Biiiir, barut komutanım!
-Yeter, üstü kalsın…!
“(ve) Kıs aleyhi’l-bevâkî!” (Gerisini de buna göre kıyas et!)