Beyhude Ömrüm / Kitap İnceleme

Gülnara Vagifoglu
Gülnara Vagifoglu

Mustafa Kutlu’nun kaleme almış olduğu “Beyhude Ömrüm” adlı eserinin değerlendirme yazısıyla karşınızdayım. Kitabı iki gün içerisinde bitirdim. Oldukça sürükleyici bir hikâye olduğunu söylemeliyim. Çok sade ve akıcı bir üslupla kaleme alınmış. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini okuya okuya onun kalemini anlayabiliyorum. Karşıma Mustafa Kutlu’nun yazmış olduğu herhangi bir kitaptan bir paragraf çıksa bunu Mustafa Kutlu yazmış diyebilirim. Bu da yazarımızın kendine has bir kalemi olduğunu ve ne kadar özgün olduğunu en güzel şekilde gösteriyor. Hikâyede karşısına çıkan bütün engellere rağmen asla pes etmeyen, bahçesine ve çiçeklerine sevdalı olan bir adam anlatılmaktadır. Kitabın başlığına değinerek değerlendirme yazımıza başlayalım o hâlde.


Beyhude Ömrüm. Beyhude, Farsça dilinden Türkçe’mize geçmiş bir kelimedir. Kelime mânâsı ise; yararsız, anlamsız, boşuna gibi anlamlara gelmektedir. Anlamsız ve boş bir ömür. Hiç kimse ana karakterimizin aslında hayatının ne kadar anlamlı olduğunu anlayamadı. O hâlde biz anlatmayı deneyelim. Hikâyemizdeki ana karakter (adı kitapta verilmedi) yaşadığı köye nâm salmış Gülpaşa Çavuş’un oğludur. Ancak Gülpaşa Çavuş savaşta oldukça cengâver ve kahraman bir yiğit olmasına rağmen orada yakalandığı hastalıklar sonucunda çok halsiz kalır, köyüne döner fakat döndükten az bir zaman sonra vefat eder. Çavuş’un oğlu bir gün cıgarasını yakıp dinlenmek üzere gölgeye geçer ve oracıkta Islak Kaya’yı fark eder. Çok derin düşüncelere dalar. Birden aklına bu kayanın altında su bulabileceği ve her daim hayallerinde olan cennet gibi bahçeyi buraya kurabileceği gelir. Bu konuyu babasının arkadaşı Berber Ali’ye danışır, düşüncelerini belirtir. Sağ olsun, o da bizim oğlana destek olur. Bizim oğlan çoktan kendisini kaptırır; bir kez kafaya takmıştı, artık kimse onu vazgeçiremezdi.


“Benim de bir bahçem olacak.

İçinde nar ağaçları olacak.

Her bir meyveden olacak içinde.

Yedi köy, bu bahçeyi parmakla gösterecek.

Adı anıldığında, vay be diyecekler, helal olsun adama. Çalıştı, çabaladı, sonunda yeşertti bahçeyi.”

Kazma köküne kadar toprağa saplanıyordu, etrafa küçük kesekler sıçrıyor, yarpuz ve nane karışımı bir koku sabah yeliyle kucaklaşıyordu.

Gayrı onu hiç kimse tutamazdı.

Bir nevi Ferhat’a dönmüştü. Ferhat Şirin’e sevdalıydı, bizim oğlan da bahçeye.

Bizimki çalışadursun, etrafındakiler izler.

E insanoğlu bu. Her şeyinize karışır. Çavuş’un oğlunu gören çoğu kişi “Beceremezsin, yapamazsın. Yol yakınken vazgeç, bırak diyordu.

 

Lakin bizde işler böyle değildi.

Sözler tutulur, hayaller gerçekleştirilmeye çalışılırdı. Emek, vazgeçmemek..

Hele nankör olan Muhtar Halil ile Çerçi Cemil karşımıza engeller çıkartıp duruyordu.

Zihin sonsuzdu, zihin mutlak güçtü. Bizim oğlanın gücü bahçeden geliyordu. Çiçeklerden, böceklerden… Allah’ın yarattığı tüm güzelliklerden…

Bahçeye olan sevdası ve Rabbine olan inancı sonsuzdu. Dolayısıyla zihnini de yüreğini de bulandırmaları hiç kolay olmayacaktı.

Helal kazanç dediğimiz şeyin üç ölçüsü var: Meşru bir iş, adalet ve alın teri.

Ben çalışayım da olacaksa olur diyordu koskoca Gülpaşa’nın oğlu.

Bu sıralarda köy nüfusu da bir hayli azalmaya başlamıştı.

Gitsinler bakalım.

Bazıları artık dönmüyordu bile.

İstanbul gurbetinde yerleşip kalıyorlardı.

İnsanoğlu dünyaya neden gelirdi?

Herhalde bir bahçe kurmaya gelirdi. Bu düşünce bile bizim oğlanın gülümsemesini sağlıyordu. İş insanı yormazdı. Asıl yoran şey gönül yorgunluğuydu.

Hayallerinizi yıkmaya çalışan insanları görmek, bunu bile bile çabalamaktı asıl yorgunluk.

Fakat yâdigardı o. Babasından Berber Ali’ye yâdigardı. Vazgeçmek ona yakışmazdı.

Çivi birden kayaya gömülüverdi.

Kalbi küt küt atmaya başladı.

Öyle ki yerinden çıkacaktı.

Çiviye iki varyoz daha attı.

Dibinden ince bir fıskiye gibi fışkırdı.

Su.

Su be su!

Allah’ a şükretti. Varsın köyün en üst kademesindeki kişiler yanında olmasın.

Cenab-ı Hak ona yeterdi.

Allah bir kulu severse yalvarmasını dinlemek için ona sıkıntı verirdi.

 

Bizimkinin sıkıntısı hayallerine göz koyan bu kararmış yürekli, hırsına düşkün, nankör ve cimri insanlardı.

Mutluydu artık. Gülümsedi göğe doğru. Cenab-ı Hak içindeki düğümü çözmüş, ufkunu açmıştı işte. Bundan gerisi kolaydı. Başını eğip suya yüzünü tuttu. Buz gibiydi. Bir zaman öyle kalakaldı. Gözyaşları suya karıştı. O berrak, buz gibi suyla abdest aldı. İşte böyle… Şüphesiz bizim oğlanın yüreği tıpkı çok sevdiği bahçesi gibiydi. Gördüğü meyveler, kokladığı çiçekler gibiydi. Doğuştan bir güzellik, suladıkça yeşeren bir yürek… İbadet etti, iki rekât namaz kıldı. Karşısına çıkan bütün engellere rağmen başardı. Başarılarının devamı gelsin yadigâr.

 

Bazıları onun bütün ömrünü boşa harcadığını düşünse de o böyle düşünmüyordu, bulunduğu konumdan da hâlinden de memnundu. Oysaki bu adam beyhude sanılan ömründe bütün sevdasını bulmuştu, hissetmişti. Gerçekten yaşamayı öğrenmişti. Suyu da çıkarmıştı. Artık cennetten bir köşe saydığı bahçesine kavuşabilmesi mümkündü.

Muhtar Halil akrabalarını da toplayarak bizim oğlana bu yeni kurmuş olduğu bahçede dayak atar, adam yataklık olur.

Yatakta yarı baygın yatarken bile hep “Bahçe, Fidanlar…” diye sayıklayıp durur. Adamın bahçeye olan bu kara sevdası bu dünyada yaşadığı en baskın ve tükenmeyen tek duyguydu. Engel zannedilen bu adımlar onun için bir hiçti. Onun yolu bahçesiydi, çiçekleriydi, meyveleriydi… Ve bu yolun üstünde tek bir kaza olmasına izin vermeyecekti. Asıl hazine bütün gönlüyle bağlandığı, üstünde alın teri döktüğü, çehresindeki terlerin toprağa karıştığı bahçesiydi.

Bel ağrısından geceleri yatamaz oldu. Ama asla pes etmedi. Böyle bir aşk, böyle bir tutku, böyle bir sadakat…

Aradan yıllar geçti. Köy nüfusu azaldıkça azaldı. Öyle ki her daim yanımızda olan dostumuz Deli Derviş dahi terk etti bu köyü… Kalmışsa kenarda köşede böyle birkaç kişi, onların da yüzü asıktı.

İnsanlar sevincini kaybetmişti sanki.

Bizim oğlanın çevresindeki çoğu kişi öldü. Muhtar Halil, Berber Ali ve dahası…

Bu dünya fâni dünya…

Beyhude bir ömürde dahi kirlilik aratan, engel üstüne engel koyan dünya…

Günlerden bir gün çok kar yağdı. Etraf buz tuttu. Bizim oğlan yine bahçe işlerini düşünür. Çok iş var çok. Birden ayağı kayar, sırtüstü serilir. Her yer de karanlık.

Ağır ağır kendine gelir. Yahu baston da o hengâmede fırlayıp gitmiş.

Bizim oğlan bağırdı, bağırdı.

Nafile, ses de gitmiş.

Hem bağırsa ne yazar? Köyde kaç adam kaldı ki? Herkes gider. Kar hızlandı. Çavuşun oğlu öleceğini, ecelinin geldiğini düşünmek yerine etrafı izler. Karın hızlanışını izler. Pembe beyaz şeftali çiçeklerini, süt köpüğü gibi kabarmış eriği, kayısıyı, vişneyi düşünür. Anı yaşar. Yağsın kar, düşsün kar taneleri… Durmadan yağsın ve örtsün üstünü çiçek Kokuları. Gözlerini bir yaş aldı. Etrafındaki çiçekleri, bütün güzellikleri son kez izledi. Ölmüştü. Her şeyden çok sevdiği çiçekler bu sefer mezarının üstündeydi. Ah fâni dünya. İyileri alan dünya…

 

Güzel bir gönül her şeydi.

Bizim oğlan sırf bu mezarındaki çiçekler için, çiçek kokuları için bile teşekkür ederdi.

Beyhude görünen ömrü anılarla doluydu. Yaşayanlar ve ölenlerin anılarıyla, bahçesiyle…

O karın içinde sıkışakaldı.

Karlar içerisinde, buz gibi bir havada bulut oldu sanki…

Şimdi size Şeker Portakalı adlı eserden bir alıntı paylaşmak istiyorum.

“Acı çekmek ne demekmiş asıl şimdi anlıyordum. Acı çekmek bayılana dek dayak yemek değildi. Ayaktaki cam kesiğine dikiş attırmak değildi. Asıl acı, kalbi baştan aşağı sancılara boğan, insana sırrını kimselere anlatmadan ölmeyi arzulatan bir şeydi. Kolları, başı hep dermansız bırakan, yastıkta öbür tarafa dönme isteğini bile söndüren bir şey.”

 

Beyhude görünen bir ömre sahip adamın finali buydu. Sevgisini ve bahçeye olan saf sevdasını kaç kişi anlayabilmişti, bilmiyordu. Anlamsız görünen ömrü çok anlamlıydı. Kendisini kaybetmiştik ama hayallerini asla kaybetmeyeceğiz.

Yaşadığınız hayatın beyhudeliğine aldanmayın. Mezarın üstündeki çiçeklerin kokusunu hissedin, arıların vızıltılarını duyun. Havanın soğukluğuna değil, üstünüze düşen kar tanelerinin büyüleyici güzelliğine odaklanın. İşte o zaman anlayacaksınız.

Öğrenci / Öğrenciden Armağan Anadolu Lisesi