Ömrü ilim kandilinin aydınlığında nice zorlukla geçmiş, pes etmemiş, vazgeçmemiş ve sonunda başarmış. Böylesi kıymetli bir ilim ve bilim insanının hayatını yazıya dökmek bizlerin vefa borcudur. Bu; kıymetli işler yapmış, çalışkanlık konusunda -aşılması oldukça zor- örneklik göstermiş bir hayat hikâyesinin çocuklarımız, velilerimiz ve okuyucularımız tarafından bilinmesi arzusu ile hazırladık yazımızı. Dileriz Fuat Sezgin’in ilim aşkı, örnek hayatı, bir ideal uğrunda harcadığı gençliği yeni ufuklar açar önümüze. Üzerimizdeki ataleti ortadan kaldırmaya vesile olur. Sizi, Prof. Dr. Fuat Sezgin’in ilginç yol ayrımları ile dolu hayatı ile baş başa bırakıyoruz.
Mehmet Fuat Sezgin, 24 Ekim 1924 yılında Bitlis’in Kızıl Mescit’inde açtı gözlerini dünyaya. Ailesi aslen Şirvanlı idi ve ataları yüzlerce sene Şirvan Beyliği yapmıştır Osmanlı Devleti’nde. Babası Mirza Mehmet Efendi, annesi Cemile Hanım idi. 1936 yılında Doğubeyazıt’ta ilkokulu okuyordu. Babası vefat edince küçük yaşta yetim kaldı. Eğitim hayatının kalan kısmını, burslu ve yatılı olarak okudu. 1939’da Erzurum’da yatılı okuduğu Erzurum Lisesi Fen Bölümünden mezun oldu. Mühendis olma arzusu ile yanıp tutuşarak gelmişti İstanbul’a. Hayatının ilk dönemeci babacığının vefatıyla olmuşken ikinci dönemeci de İstanbul’daki bir yakınları vesilesiyle olacaktı. Bundan sonrasını Fuat Sezgin’den dinleyelim:
“1943 yılında akrabalarımdan biri beni Edebiyat Fakültesine götürdü. Hâlbuki ben mühendis olma sevdası peşindeydim. O zaman büyük bir Alman âlim vardı. Arapçayı çok iyi bilirdi. Bana; ‘Seni onun seminerine götürmek istiyorum.’ dedi. Ben de ‘Gidelim’ dedim ve o büyük âlimin seminerine gittim. O gün, o büyük âlim beni adeta büyüledi. Ben artık mühendis olmayı veya başka bir mesleğin peşinde koşmayı kafamdan çıkardım. O büyük âlimin talebesi olmayı düşünüyordum. Kayıt zamanı geçmişti ama gecikmeli de olsa dekana gittim. Bir şans eseri, dekanın odasında bulunduğum sırada, o büyük âlim de odaya girdi. İri yarı bir adamdı. Durdu. Dekanla konuşmamın bitmesini bekledi. Dekan ona ‘Oo.. Ritter Bey…’ dedi. ‘Sizin talebeniz olma başvurusunda bulunan bir insanla konuşuyorum.’ dedi. Hoca bana şöyle bir baktı: ‘Galiba bu, benim dünkü seminerimdeydi.’ dedi. Onun seminerlerine sadece 3-4 kişi giderdi, zor bir adamdı. Seminerlerinden kaçardı talebeler. Çok zaman tek bir talebe olarak katıldığımı hatırlıyorum. Bana: ‘Gelin biraz konuşalım. Çok zor bir şeye talipsiniz. Arapça öğrenmelisiniz. Ben de zor bir hocayım. Benim talebelerim hep benden kaçar, biliyor musunuz?’ dedi. ‘Biliyorum, bana bunları anlattılar. Ben bunlara rağmen bu tehlikeye girmek istiyorum.’ dedim. Güldü ‘Peki’ dedi. Böylece onun talebesi oldum. İkinci hafta seminerine gittiğimde 3 dakika gecikmiştim, cebinden altın saatini çıkardı ve bana göstererek; ‘3 dakika geciktiniz, bu bir daha tekerrür etmemelidir!’ dedi. Ben ona sadece, ‘Tamam’ demekle kalmadım hakikaten o günden itibaren bütün hayatımda randevularıma gecikmeme prensibine azami dikkat ettim.
Böyle bir hocanın talebesi olma şansına sahip oldum. Nedense bu adam beni büyülemişti ve kendinden önceki bilge kişilerin bilgilerini bana aktardığını hissetmeye başladım. Hiç not tutmazdım. O söylerdi, ben söylediklerini kafama yazardım. İnanır mısınız, anlattıklarının büyük kısmı hâlâ bu kafamda taşınmaktadır. O adam, büyük Avrupalı oryantalistlerin belki en büyüğüydü. Bu büyük oryantalistler arasında farklı bir tipti. Beni çok etkilemişti. Bu etkilenmeyi size bütün manasıyla aktarabilmem mümkün değil.
Benim öğrenciliğim döneminde İstanbul Üniversitesinde bilim tarihi yoktu. Ancak, hocam bana; ‘Matematiği bırakma’ dedi. Fen Fakültesi de zaten yanımızdaydı. ‘Matematik bölümüne git, ders al, matematiği iyi öğren. Müslümanlardan da büyük matematikçiler yetişmişti’ diye izahatta bulundu. Konuşma esnasında birkaç isim saydı: Harizmî, Ebu’l- Vefa Buzcanî, İbn Heysem, Birunî gibi. Bu isimler benim hiç bilmediğim, hatta duymadığım isimlerdi. Dehşete düştüm. Hocam halimi görünce: ‘Bunlar ve daha pek çok isim, büyük âlimlerdi ve daha sonraki Avrupalı âlimlerle aynı seviyedeydiler; hatta yer yer onlardan üstündüler’ diye açıkladı. Bu konuşmadan sonra da bilim tarihi çalışmaya karar verdim.”
Türkiye’de üniversite öğretimi İkinci Dünya Savaşı yıllarında (1943) askıya alındı. Ritter, öğrencilerine bu fasılayı ganimet bilerek dil öğrenimini -bilhassa da Arapça öğrenmeye çalışmalarını- tavsiye etti. İnanılmaz ama Fuat Sezgin, altı ay gibi kısa bir sürede Arapça tefsir kitaplarını okur ve tercüme eder seviyeye ulaşmıştı. Hocası bu durumdan çok memnundu. Fuat Sezgin’e beş dile aynı anda başlayıp her sene yeni bir dil öğrenmesini söyledi. Sezgin ise ileri yaşlarına kadar bu öğrenme temposuna devam etti. Toplam 27 dil biliyordu. Birden fazla lisans eğitimini aynı anda tamamladı. Doktora süresince İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde asistanlık yaptı. Doktora tezinde Buhârî’nin hadis kitabından bazı yerlerin Mecâz’ul-Kur’ân’dan alındığını fark etti. Buhârî’nin yazılı kaynakları kullanmış olması, hadis derlemelerinin sadece sözlü geleneğe dayandığına dair önceki tezlerin yanlış olduğunu kanıtladı. Bu yönüyle de bir çığır açmış oldu.
1957 yılında merkezi Almanya´da olan ve tüm dünyadaki bilim insanlarını destekleyen Alexander von Humboldt Vakfı bursunu kazandı. Bu burstan faydalanarak ilmî incelemelerde bulunmak ve Almancasını ilerletmek için 1957-58 yılları arasında Almanya’da bulundu.
1960 yılında, Türkiye’de askerî darbe ile iktidara gelen hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden ihraç edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Sezgin, çalışmalarını Türkiye dışında sürdürmek durumunda kaldı.
Bu da Sezgin’in hayatındaki en mühim dönemeçlerden birisiydi. Bu durumu şöyle anlatır:
“1960’ın sonlarına doğruydu, birgün evimden dışarı çıktım. Baktım gazete satan çocuklar bağırıyorlardı: ‘Yazıyor, yazıyor 147 profesörün üniversiteden atıldığını yazıyor!’ diye. Ben de enstitüye gidiyordum. Gazeteyi aldım, baktım, benim de adım yazılıydı. Gazeteyi çantama koydum, enstitüye değil Süleymaniye Kütüphanesine gittim. Kitap okumaya başladım. Öğrencilerim, asistanlarım nerede olduğumu merak etmişler, beni aramışlar ve Süleymaniye Kütüphanesinde çalışırken bulmuşlar beni. Aslında böyle bir şeyi beklemiyordum ama Türkiye’de atmosferin değiştiği realitesini de görmüştüm. Hatta bazen de dışarıya çıkmayı istiyordum ama kendi kendime de çıkamazdım. Memleketimi çok seviyordum, çok şeyler yapmak istiyordum. Bir enstitü kurmuştum, saat gibi çalışıyordu. Tamamıyla Avrupa´da öğrendiğim her şeyi oraya getirmiştim. Daha evvel misafir doçent olarak Avrupa´ya gitmiştim. Bu realiteyi kabul etmiştim. Süleymaniye’ye gittim. Amerika’daki, Almanya’daki dostlarıma birkaç kısa mektup yazdım. ‘Bugünden itibaren ben üniversitesinden atılmış bir insanım, yanınızda çalışmak isterim, benim için bir yer var mıdır?’ diye. Üç üniversiteden cevap geldi: Frankfurt Üniversitesi, Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesi ve Yale Üniversitesi. Düşündüm taşındım daha kitabımın (İslam Bilim Tarihi) bütün malzemelerini toplama işim bitmemişti. İstanbul’dan uzaklaşmak istemiyordum. Doğudan yani Mısır’dan İran’dan uzaklaşmak istemiyordum. Çünkü daha toplamam gereken bir sürü malzeme vardı. Frankfurt’ta karar kıldım. Dünyanın tek Bilimler Tarihi Enstitüsü oradaydı. Müdürü benim dostumdu. En kısa zamanda ‘Frankfurt Üniversitesine Misafir Profesör olarak geleceksiniz.’ diye cevap geldi, yavaş yavaş işlerimi bitirip oraya gittim.
Ayrılmadan önceki son gece Galata Köprüsü’ne gittim. Karaköy’e yakın bir tarafından, yüzüm Anadolu yakasına çevrili, yarım saat kadar parmaklıklara dayalı olarak derin derin düşünmeye başladım. O kadar çok sevdiğim İstanbul’dan ayrı, bütün hayat boyunca nasıl yaşayabileceğimi, memleketimi altüst eden hadiselerinin sebeplerini kendime soruyordum. Aradan geçen kırk yedi yıldan beri İstanbul’a uğradığım her seferde o köprünün kuzey köşesinde geçirdiğim yarım saatlik muhasebeyi ve nemli gözlerle oradan ayrılışımı hep hatırlarım.
Bir valizle çıktım yola. Valizde biraz giysi ve birkaç önemli yazmanın fişleri vardı: 20-25 bin civarı… Onları aldım, çektim gittim. Fakat içimde tuhaf, çocukça bir korku vardı. Hâlbuki hiçbir suçum yoktu. Meçhul bir dünyaya, hayata gidiyordum. Nasıl olacaktı, bilmiyordum. Orada Şarkiyat Enstitüsünün müdürü altı aylığına Kahire’ye etüde gidecekmiş, altı ay orada ders okutmam için alelacele onun yerini bana verdiler. Ama bana ‘Altı aylığına geleceksiniz.’ dememişlerdi. Deselerdi o zaman Almanya’ya mı gideyim yoksa Amerika’ya mı, diye düşünürdüm. İyi ki de söylememişler.
Bana davetiyeyi gönderen zat, Profesör Hartner, çok faziletli bir adamdı, dosttuk. Neyse gittim, orada dersime hemen başladım. Dördüncü ayında, o dostum Willy Hartner bir gün beni çağırdı: ‘Gelin bir kahve içelim.’ dedi. Gittim. Bana dedi ki: ‘Biz sizi altı ay için çağırdık, altı aydan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?’ Ben dedim ki: Beni altı ay için çağırdığınızı bilmiyordum. O Kahire’ye giden, benim de arkadaşımdı. Üniversiteye şu şartı koşmuş: Sezgin burada ancak altı ay kalabilir! Onlar da bana yardım etmek için bu şartı kabul etmişler. Hartner, bana bu detayı anlattı ve ‘Amerika’ya gitmek ister misiniz? Frankfurt’ta kalmanız mümkün değil. Maalesef böyle bir yanlışlık yaptık, size yardım edebilmek için.’ dedi. Bir telaş içerisinde ve utanarak bunu söyledi Willy Hartner.
Ben çok rahat bir şekilde dinledim söylediklerini. Türkiye’de o ihtilalden sonra ben yeni bir insan olmuştum. O yeni insanın ne olduğunu Willy Hartner’a anlatmaya başladım. O da şuydu: ‘Hiç üzülmeyin.’ dedim. ‘Ben hayatımı daima planladım. Liseyi şu zamanda bitireceğim, üniversiteyi öyle… Şu yaşta doçent olacağım, dedim ve bütün bunlara muvaffak oldum. Baktım her şeyde muvaffak oluyorum, bende bir şımarma başladı. Ondan sonra bir askeri darbe geldi. Bir balığın üzerine atılan ağ gibi ben de o ağın içinde kaldım. O zaman baktım ki beşer olarak benim irademin bir sınırı varmış. İşte o olaydan sonra şuna karar verdim: Hayatımda eğer altı haftalık bir geleceğim garanti edilse, yedinci haftayı düşünmeyeceğim. Onun için önümde iki ay daha var. Para da biriktirdim. Onun için onları düşünmüyorum.’ dedim. Adamcağız bana baktı baktı… Ayağı kalktı, beni kucakladı. Bana dedi ki: ‘Ben ateistim, Allah’a inanmıyorum. Fakat bu kadar inanan insana ne kadar gıpta ediyorum!’ Sonra adam bana hissettirmeden çalışmış, kimlerle görüşmüş bilmiyorum.
Orada Marburg şehri var, oradaki üniversitenin Hititler Bölüm Başkanı geldi ve bana dedi ki: ‘Biz buraya yeni Şarkiyat Kürsüsü kurduk, orada ders verecek kimse yok, siz bu dersleri üstünüze alır mısınız?’ Ben de ‘Peki, tamam.’ dedim. Daha altı hafta bile geçmeden oldu bütün bunlar!
Böylece hayatımda çizdiğim yeni yolun doğru olduğuna inanmaya başladım. 1965 senesinde enstitüde ikinci bir doçentlik çalışması yaptım. Doçentlikten sonra da Bilimler Tarihi Profesörü unvanı verdiler.”
Sezgin için İlahi bir armağan olan Alman asıllı Müslüman eşi Ursula ile yolları, Almanya’ya gidişinin 4. ayında kesişmişti. Sezgin; “Hayatımın belki de en mühim hadiselerinden biri, hayatımdaki talihli bir tesadüf” diyordu. Sözlerine devamla;“Almanya’ya gidişimin dördüncü ayında eşimi tanıdım. Eşim, biz tanışmadan evvel Müslüman olmuş genç bir Almandı. Coğrafya ve Siyasal Bilgiler alanında tahsilini yapıyordu. Sonra bıraktı. Şarkiyat tahsili yaptı: Arapça, Farsça, Türkçe, vs… O olmasaydı işim çok zor olurdu. Benim imanım vardı. Allah’a karşı mutlak inancım vardı. Bir de eşimin çok yüksek insani vasıfları ve benim hedefime ulaşmamdaki bana olan inancı ve beni desteklemesi… 1961 yılında oraya gittiğimin 4. ayında kitabımı yazmaya başladım. Kitabımı yazarken eşim yazdıklarımı alıyor, etüt ediyordu. Almancam pek iyi değildi, tashih ederek matbaaya gidecek hale sokuyordu. Eşim benim için çok mühimdi!”
Bu evlilik, Sezgin’in çalışmaları için bulunmaz bir nimet ve yol arkadaşlığı olmuştu.
Çalışmalarının ağırlık noktası Arap-İslam doğa bilimleri tarihi oldu. Bu alanda Câbir bin Hayyân konulu doçentlik (habilitasyon) tezini 1965 yılında Frankfurt Üniversitesi Institut für Geschichte der Naturwissenschaften’da yazdı ve bir yıl sonra profesör unvanı kazandı. Sezgin, yaptığı araştırmalar sonucu bilimin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılmış en kapsamlı eser olan Arap-İslam Bilimler Tarihi’nin (Geschichte des Arabischen Schrifttums) ilk cildini 1967 yılında yayımladı. 17 ciltten oluşan bu kapsamlı eserin konularından bazıları şöyledir: Kur’an ilimleri, hadis ilimleri, tarih, fıkıh, kelam, tasavvuf, şiir, tıp, ilaçbilim, zooloji, veterinerlik, simya, kimya, botanik, ziraat, matematik, astronomi, astroloji, meteoroloji ve ilgili alanlar, dilbilgisi, matematiksel coğrafya ve haritacılık…
Bu müthiş eserin ilk cildini Sevgili Hocası Ritter’in gözden geçirmesi ve değerlendirmesi için ona gönderdi. O ise büyük bir memnuniyetle, böyle bir çalışmayı daha önce kimsenin yapamadığını ve bundan sonra da hiç kimsenin yapamayacağını, söyledi.
1982 yılında Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi’ne bağlı olan Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften´ı (Arap-İslam Bilimler Tarihi Enstitüsü) kurdu.
Bunca çalışmanın ve eserin yanında eşi benzeri görülmemiş bambaşka bir şey daha yaptı Sezgin. Alman bir fizikçi olan Eilhard Wiedemann 1900 yılında İslam Bilim Tarihi eserlerinde bulunan Müslüman bilim insanlarının tasarladığı aletleri, mekanikleri modellemeye başlamıştı ve 1928 yılında yalnızca 5 aletin modelini yapabilmişti. Sezgin ise modellemeye başlarken en azından 30 aleti modelleyebilsem bir müze yapamasam bile bir odayı doldurabilsem düşüncesini taşıyordu. Bu süreçte Frankfurt’ta İslam Bilim Tarihi Müzesi kurdu. Bu müzede kendisinin dahi hayal edemediği sayıda, 700’den fazla, aleti modellemeyi başarmıştı. Bu, İslam Bilim Tarihi açısından eşi benzeri görülmemiş bir hizmetti. Yalnızca aletleri modellemekle kalmamış dünyanın dört bir yanından 45.000 eseri toplayarak Bilimler Tarihi Kütüphanesini kurmuştu. Sezgin bu idealini şöyle dile getiriyordu:
“İslam bilginlerinin sekiz yüz yıllık yaratıcılık devrinde yaptığı aletlerin numunelerini ortaya koymak ve bunları ihtiva eden bir müze gerçekleştirme fikriydi. Bugün enstitümüzde sekiz yüz aletin modellerini yapabildik. Bu benim tasavvur edemeyeceğim bir merhale oldu. Allah’a şükrediyorum bu merhaleye ulaşabildiğimiz için.”
Elbette bu büyük bilimsel çalışmaları ve İslam Bilim Tarihine yaptığı hizmetleri ile göz bebeğimiz olan Fuat Sezgin, kendi ülkesinde de böyle bir müze açmayı istemişti. İstanbul, Türk tarihinin kült noktasıydı ve müzeyi de burada açmak icap ederdi. Sezgin; kitaplarda kalan mekanikleri, robotları, aletleri, Türk ve Müslüman bilginlerin icatlarını kitapların sayfalarından çıkarıp somut şekilde gözler önüne sermek istiyordu. Böylece tarihimize bakışımızdaki eksikler ve yanlışlar fark edilebilecekti. Bilim tarihine ne büyük katkılar sağlamış bilginler yetiştirdiğimizi bilmek ve onların eserleri, icatları ve aletleri ile somut şekilde yüz yüze gelmek Sezgin’in hayalini kurduğu farkındalığı doğuracaktı. Gülhane Parkı içerisinde 25 Mayıs 2008 tarihinde büyük emeklerle -ve maliyetinin yüzde 80’ini Frankfurt’taki Enstitüsü eli ile karşılayarak- kurduğu İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi ziyaretçilere kapısını açtı. Müzedeki makine, alet, keşif ve icatların detaylı anlatımının olduğu beş ciltlik katalog eser de Sezgin tarafından kaleme alındı. İslam’da Bilim ve Teknik adlı beş ciltlik bu katalog eser, ilk kez yazılmış ve dört dilde (Almanca, İngilizce, Fransızca ve Türkçe) basılmıştı. Yine Gülhane Parkı içerisindeki müzede de 27.000 eseri halkının hizmetine sundu ve envanter çalışmalarını da bizzat takip etti.
Sezgin, İstanbul’da müze hayalinin içine nasıl düştüğünü şöyle anlatıyor:
“Evvela Allah’a hamd ediyorum. Bu açılış safhası gerçekleşti ve milletimiz başta olmak üzere insanlık, İstanbul gibi enternasyonel bir şehirde böyle bir müzeye kavuştu. Bu müzenin İstanbul’da açılmasıyla, evvela Türklerin kendi medeniyetlerine karşı yanlış görüşlerinin ve bilgisizliklerinin değişeceğine inanıyorum. Bu benim ilk hedefim. Onun ötesinde İstanbul milyonlarca turistin gezdiği, ziyaret ettiği bir şehir. İslam medeniyetinin ne kadar yüksek bir medeniyet olduğunu, bilimler tarihinde ne büyük bir yer işgal ettiğini milyonlarca turist İstanbul’da kurulan bu müze sayesinde görecek. Biliyorsunuz bu müzedeki eserler, Frankfurt Üniversitesinde benim 26 yıl evvel hazırlamaya başladığım müzede yer alan eserlerin kopyası olarak geliyor. Burada gösterdiğimiz aletlerin birkaçı şurada burada kalmış aletlerin modelleridir. Ama yüzde doksan beşi bugüne kadar gelememiş, kaybolmuş sadece tarifleri kitaplarda bulunmuş aletlerden ibaret. Bu aletleri ortaya çıkarmaya 25 sene evvel başladığım zaman ben de bilmiyordum. Başladığım zaman ancak beş-on aleti ortaya çıkarabileceğimi zannediyordum. Zamanla iş gelişti, ortaya çıkardığımız aletlerin sayısı sekiz yüze kadar çıktı, hatta geçti. Bu benim için ulaşılmaz bir rüyaydı. Son senelerde ise bu aletlerin birer eşini Türkiye’ye nakletme arzusu ortaya çıktı. Şu kadarını söyleyeyim ki başta Sayın Başbakan (Recep Tayyip Erdoğan) olmak üzere Türk hükümeti bize buranın müze olması için büyük kolaylıklar gösterdi. Aletlerin büyük kısmını bizim enstitümüz hediye etti. Yüzde yirmisini de devletin finansmanıyla sağladık. Bir de tabii binanın onarımı hususunda masraflar oldu. Bütün bunları devlet cömertçe karşıladı. Hamdolsun açılış 24 Mayıs’ta yapıldı ve büyük ilgi görmekte. Görüyorum ki Türklerin ve yabancı turistlerin hücum ettiği bir yer olmaya başlamış. Bunun için çok mesudum ve Allah’a şükrediyorum.”
Gülhane Parkına yolunuz düşerse demeyeceğiz, yolunuzu muhakkak Gülhane Parkına düşürün ve bunu yalnızca Fuat Sezgin’in mirası olan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesini uzun uzun gezmek için yapın. Müzenin girişinde sizleri Şam’da büyük bir rasathane kurarak ölçümler yapan Abbasi halifesi el-Me’mun’un 9. yüzyılda yaptırdığı Dünya haritasının kopyası olan Yerküre ve İbn Sina’nın el Kanun fi’t-Tıbb kitabının ikinci cildinde bahsedilen 26 çeşit tıbbi bitkinin yer aldığı İbn Sina Botanik Bahçesi karşılıyor. Müzenin içindeyse Cezeri’nin Filli Su Saati, usturlablar, dakika saatleri ve yüzlerce icat sizi bekliyor olacak. Bu gezinin sonunda başınızın daha dik, omuzlarınızın daha kuvvetli olduğunu hissedeceksiniz; göğsünüz kabaracak. Bir âlimin bir ömre neler neler sığdırabileceğine de hayretle bakacaksınız. Merhum Mehmet Fuat Sezgin müzenin açılışından on sene sonra Hakk’a yürüdü. (2018) Cenazesi Fatih Camii’nde düzenlenen cenaze namazının ardından Gülhane Parkı içerisindeki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin önünde ayrılan kısma defnedildi.
Onun açtığı bilim yolunda yürümek, köklerimizin ne kadar derinlerde ve ne kadar sağlam olduğunu görmek, çocuklarımıza da onu anlatmak, ilim yolunda harcanmış bir örnek hayat sunmak borcumuzdur. Bu hafta sonu planınıza asırlık ömrüne sığdırdığı iki müzeden birinin bağrındaki kabrini ziyaret etmeyi de ekleyin.
*İslam Bilimi Tarihi Araştırma Vakfı (İBTAV) sitesinden faydalanılmıştır.