Gökbaşlı

Yunus Koşar
Yunus Koşar

           –Baksana, kaç zamandır kanat çırpmıyor Gökbaşlı!

 

           -Evet, yemlenmeye de inmiyor.


           -Var bir derdi. Var amma söyler mi?

 

           -Gagasını da açtığı olmadı kaç vakittir.


          -Bülbülden yardım mı istesek?


         -Sanmam o da çözemez dilinin bağını. En iyisi biz dostları saralım etrafını. Soralım, nedir bu halin, neden uçmazsın, yemlenmezsin neden aramıza katılıp da bizimle konuşmazsın?

Bizim Gökbaşlı çok şanslı bir güvercin. Geçtiğimiz bahar ayında Sultan Ahmet Camii manzaralı bir çatı altında kırdı yumurtasının kabuğunu. İlk gördüğü Sultan Ahmet Camii idi. Her ezan vakti akın akın camiye giden yaşlısı-genci, kadını-erkeği insanları görerek geçirdi yuvadaki ilk günlerini. Beş vakit ezan, annesinin getirdiği yemler kadar lezzetli geliyordu kulağına.

Uçmak nasıl bir şey acaba? Düşünmeden edemiyordu annesinin yuvadan uçuşunun arkasından seyrederken. O, boşluğa ilk bırakış kendini… İlk kanat darbesiyle havalanış… Boşluğun içindeki sonsuz özgürlük… Uçmak, hem de istediğin her yere. Dünyayı gökyüzünden seyretmek. Her şeyi ama her şeyi görebilmek… Acaba Gökbaşlı ne zaman ilk atlayışını yapacak, ne zaman kanatlarını ilk kez çırparak havayla mücadele edecek?

Annesi, önce çatı altından karşıdaki ulu çınarın dalına konuyor sabah güneşi etrafı tam aydınlatmadan. Tıpkı annesi gibi onlarca güvercinin ilk konağı bu çınar. İlk toplanma yeri. Görev dağılımının yapıldığı, güzergâhların belirlendiği, geçmiş günün değerlendirildiği, yoklamanın yapıldığı yerdi bu ulu çınar. Kimi yoklamalarda artık aralarında olamayacak dostlarının ağıtlarını yaktıkları yer…

Tüm kuşlar uyanıyor o saatte hem de her bir türü. Her biri ayrı bir ağacın dalına konuyor. Her biri kendi lisanı hal ile karşılıyor yeni günü. O hal ile süslüyorlar yeryüzünü ve kanat çırpışlarıyla gökyüzünü. En çığırtkanları martılar hiç şüphesiz. Gece de uyumuyorlar sanki. Sabahın en erken saatlerinde çığlıklarıyla uyandırıyorlar tüm kuşları.

Kuşların gürültülü cıvıldayışları arasında açılıyor demir kepenkler kulakları rahatsız eden gıcırtılarıyla. Çok geçmeden bir telaşa veriyor kendini tarihî sokaklar. Her yeri dolduruveriyor birbirinden farklı çehreler. Kiminin saçı kiminin yüzü kiminin boyu posu; endamı farklı bakışlar adımlıyor oradan oraya telaşlı telaşlı. Gökbaşlı bu birbirinden çok farklı simaları seyrederek geçirdi yuvasındaki beş altı haftasını. İple çekiyordu havalanacağı günleri.

İşte o gün geldi. İlk uçuşu bugün olacak. Bugün meydan okuyacak rüzgâra. Bugün özgürlüğe ilk adım olacak. Karşı çınardaki sabah toplantılarına katılacak artık. Kalabalıklar üstünde gezinip her bir simanın resmini okumaya çalışacak. Her bir çehrede bulacak dünyanın bin bir rengini.

İşte oldu ilk uçuş. Belki bir iki sendeleme ama sonra boşlukta süzülüş. Doğuştan gelen bir öğreti bu. Sanki yumurtadayken almıştı uçma derslerini. Çok sürmedi rüzgâra karşı kendini konumlandırması. Sultan Ahmet, cami kubbelerine ilk konmaları. Kubbeler arasında yaptı ilk uçuş denemelerini. Sonra Ayasofya Camii, Alman Çeşmesi, Selimiye Camii… Çok geçmeden Çemberlitaş’ta diğer güvercinlerle yemlenme… Yeni Camii önünde de güvercinlere yem veriyormuş masum eller. Üç beş gün içinde her yeri öğreniverdi Gökbaşlı.

Sabahları camına konduğu bir ev buldu kendine. Cam kenarına koyulan kimi zaman ekmek kırıntıları kimi zaman bir avuç bulgur kimi zaman yemeklik buğday onun sabah kahvaltısı oluyordu. İlk zamanlar tedirgin bakışlarıyla süzdü evin içini ve etrafı. Evin sahibesi gülen yüzüyle şefkatli bakışlarıyla yemi koyuyor camın kenarına; sonra içerideki koltuğuna oturup Gökbaşlı’nın yemlenişini seyrediyor, o karnını doyurup uçana kadar. Çok kısa sürede alışıverdiler birbirlerine. Elbette ev sahibesinin ilk misafiri değildi Gökbaşlı. Kim bilir şimdiye kadar kaç kuşun veli nimeti olmuştu. Ama Gökbaşlı farklıydı her birinden. O ev sahibesiyle sohbet ediyordu sanki bakışlarıyla. Gurk gurk sesleriyle varlığını bildiriyor, ev sahibesinin tatlı diline hoş sohbetine mukabelede bulunuyordu.

Havaların soğumaya başladığı günlerdi. Ev sahibesi eskisi kadar gülmüyordu sanki. Camın kenarına yemleri bırakır bırakmaz televizyonun başına geçiyor kaygılı ve üzüntülü bir hal ile onun başından ayrılamıyordu. Kimi zaman gözlerinden akan billur gibi gözyaşlarını elinin tersiyle siliyor, için için ağlamaya devam ediyordu. Gökbaşlı anlayamıyordu bu kadar şefkatli, bu kadar merhametli bir insan nasıl üzülür. Kim neden üzer böyle bir insanı?

Resim: Yağmur Bağcan

Seyretmeye başladı ev sahibesiyle birlikte televizyondaki görüntüleri. Aman Allah’ım! Onlar nasıl görüntüler öyle? Göklerden yağan demir parçaları, yeri göğü kirli griye bürümüş. Kuşların saklanacak yer bulamadığı ağaçsız mahalleler, yerle bir olmuş moloz yığınına dönmüş evler, susuzluklarını giderecek bir avuç suyun bile kalmadığı yeryüzü parçası üzerinde birbirine sarılıp ağlayan anne babalar,  hiçbir şeyden habersiz masum çocuklar… Sığınacak bir saçak bile bulamayan, insan, hayvan ayırt etmeksizin her şeyi yok etmek için alev püsküren demir yığınları. Vızır vızır sesleriyle masmavi huzuru, simsiyah zindanlara çeviren uçakların havayı yırtarcasına uçuşları… Gökbaşlı ev sahibesini anlıyordu. Setrettiği manzaralar çok uzaklarda değil de onun yanı başında oluyor da elinden hiçbir şey gelmiyormuş gibi hissediyordu galiba. Gökbaşlı’nın elinde olsa da bir şeyler yapsa. Sahibesinin eskisi gibi yüzü gülse. Ama olmuyor, hiçbir şey yapamadığı gibi her gün onu üzgün ve çaresizlik içinde görmek zorunda kalıyordu. Sonra merak etti Gökbaşlı, diğer insanların haberi var mı bu manzaralardan. Onlar da sahibesi gibi başkasının acısıyla kederiyle kederleniyorlar mıydı acaba. Simalarında da aynı acı aynı hüzün var mı? Evlerin pencerelerine kondu. Kalabalıkların üstünde uçtu. Bol ışıklı rengârenk mağazaların tentelerine konup seyretti geleni gideni. Aradığı manzarayı bulamadı. Ev sahibesinin penceresinde akşamı etmeye başladı. Ne yemlenmek istiyordu ne de eskisi gibi uçmak. Onunla birlikte gözyaşı döktü. O uzaklardaki güvercinleri düşündü. Dalına konacakları bir ağaç, pervazında yemlenecekleri bir pencere, yuva yapacakları bir çatı altı yoktu.

         –  Gökbaşlı?


         –   …


         –  Hadi dostum yemlenmezsen üşürsün bu soğuk havalarda.


         –   …

 

22.06.1975 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. İlkokulu Isparta Yalvaç Kuyucak Köyü ilkokulunda, Ortaokulu Yalvaç Merkez Ortaokulunda, liseyi Yalvaç Atatürk Lisesinde okuduktan sonra Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiştir. 1999 yılında başladığı öğretmenlik hayatına Başakşehir Anadolu Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak devam etmektedir. Öğretmenliğe başladığı günden itibaren değişik yayın kuruluşlarına test sorusu hazırlamıştır. Bu anlamda yayınlanmış bir adet edebiyat soru bankası vardır. Görev yaptığı hemen her okulda çıkardığı okul gazetesi ve edebiyat dergilerini, edebiyata özellikle şiire merakı olan öğrencileri keşfetme aracı olarak görmüş; bu anlamda yeteneği olan öğrencilerin edebiyatla ve şiirle daha çok iç içe olmalarını amaçlamıştır. Lise yıllarında şiire merak salmıştır. RANA, PAPATYAM adlı iki şiir kitabı, GARA BİLAL, KARDEŞ KAVGASI ve JOSEPH’İN YAKARIŞI adında üç romanı DİKKAT VEFA İÇERİR adlı öykü kitabı yayımlanmıştır.