Galata-Beyoğlu tarafında Haliç’e nazır hâkim bir tepede bulunan, Tarihi Yarımada/kadim İstanbul’u uzaktan uzağa biraz da mahzun mahzun süzen bugünkü Okmeydanı semti… Burası Okçular Tekkesi’nin bulunduğu mahal merkez olmak üzere varoş yerleşimin bir sonucu olarak kadim semtin büyüyerek bozulmasıyla ortaya çıkmış bir bölgedir.
Ecnebi gözdesi Beyoğlu’nun, Galata’nın, Şişli’nin, Nişantaşı’nın, Teşvikiye’nin, Osmanbey’in dışında; bir zengin konağının önüne kadar gelip de nasıl mukabele göreceğini bilemeyen gariplerin düştüğü mütereddit edayla yapının içine girmeye güç ve cesaret bulamamışçasına, varsıl ve Avrupai Pera’nın hemen yanı başında ancak yer bulabilmiş kendisine, Okmeydanı.
Şehre, tasını/tarağını, yorganını/döşeğini kapıp taşradan/sonradan gelmişlerin semti Okmeydanı. Aynen Zeytinburnu vb. semtlerde olduğu gibi… İstanbul’da tarihi surlarla çevrili yarımadanın dışında olarak yeni sakinleriyle büyüyen, mimari ve şehir estetiği açısından da doğal olarak bozulan Zeytinburnu adeta “köylü” olmasından mütevellit şehrin derununa nasıl ki kabul edilmeyip de İstanbul’un hemen dibinde ancak kendine yer tutabilmişse Okmeydanı da bu misal.
Bu dışarıdan/taşradan gelmişlerin şehrin merkezine kabul edilmeyişi; geleneği, kültürü ve mimarisiyle ‘Tarihi Yarımada’nın kendine has tüm mirasını korumak adına yapılsaydı, bunu anlayabilir, tarihi mesuliyet adına hoşgörüyle karşılayabilirdik. Anadolu’dan gelenlere karşı gösterilen bu direnç; kadimi korumak, İstanbul’un eskisini muhafaza etmek namına olmadı maalesef. Taşraya karşı bu son derece kendini beğenmiş, küçümseyici/tahkir edici kendini kapatma durumu tam aksine kendisine yeni diyen köksüzün Anadolu’dan utanması, milleti yok sayması ve gittikçe halktan nefret edip ona düşman olmasıyla ilgili talihsiz, menhus bir tarihsizliğin yansımasıydı.
Okmeydanı gençlik hafızamda Topkapı Surlarının hemen karşısında Maltepe mevkiinde bulunan ve Esenler Şehirlerarası Otobüs Terminali’nden önce İstanbul’un Anadolu ve Avrupa istikametleriyle yolcu ulaşımını sağlayan dönemlerinde bizim Tokat/Reşadiye yöresinden kadim şehre gelen memleket yolcularının indirilip/bindirildiği ve semtin sınırları içerisinde yer alan Şark Kahvesi’yle yer tutmuş. Yakından uzaktan pek çok akrabamız halen bölgede meskûn. Yani, pek çok Anadolu şehrinden olduğu gibi bizim Tokat yöresinden de önemli bir halk kitlesi Okmeydanı’nda yaşamına devam ediyor.
Okmeydanı ölçeğinden yola çıkarak söyleyecek olursak iş bu semtin yeni sakinleri, şehrin adeta istenmeyenleri, Anadolu mozaiği diyebileceğimiz köylü/ taşralı, kendisini dışlayan, hor gören “yeni yetme” batı aşığı şehirliye karşı maalesef beraberce bir hareket yolu inşa etme imkânını elde edemedi. Aynı şehrin hemşehrileri bile bu yakınlıklarını dahi unutup kentin tüm politik tuzaklarına kapıldılar.
Kendisine karşı aynı menfaat duygusu etrafında rahatlıkla ve büyük bir kasıt ve plan dâhilinde birleşmiş şehrin siyasi/ekonomik mütegallibesine karşı yekvücut bir mücadele ortaya konulamadığı gibi Okmeydanı gitti bir de kendi içinde politik ayrışmaya maruz kaldı ve yeni şehirli sermayenin tuzağına düştü. Mazisiz, köksüz, lümpen burjuvazinin oyununa geldi.
Okmeydanı vb. şehrin yeni sakinlerinin yerleştikleri gecekondu semtlerinde hazır buldukları bölgenin tarihi mirasıyla düzgün bir bağ kurması, bahusus bir gayeye matuf bu zorlama çatışmalarla engellendi. Bu bağın kurulmasının engellenmesini kendi kurdukları düzenin devamı açısından faydalı/zorunlu görenler Okmeydanı’ndan Zeytinburnu’na, Eyüp’ten Alibeyköy’e bu semtlerin taşralı sakinleri arasına politik/ etnik/ mezhepsel fitneyi büyük bir ustalıkla ektiler.
Bu halkı bölmeyi amaçlayan bozguncu bakış yüzünden Zeytinburnu’ndaki Merkez Efendi, Eyüp Sultan’daki Eyüp el Ensari türbeleri vb. pek çok tekke/dergâh, camii, mescit küçük bir azınlığın dışında taşradan gelmiş İstanbullu köylülerin arasında gerçek yerini bulamadı. Bundan Okmeydanı’ndaki Okçular Tekkesi de payına düşeni aldı ve kadim şehrin her köşesindeki köklü miras gibi Tekke de yıkılırcasına tahrip gördü, talan yaşadı, adeta şehrin/ semtin hafızasından kazınmak istenircesine büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı.
Yeni sakinleri birleştirme potansiyeline sahip her ne varsa büyük bir bilinçli düşmanlıkla şehrin belleğinden silinircesine yok edilince taşralının şehrin efendileri karşısında kendisini bir arada tutabilecek kudretteki tek şansı da ortadan kalktı. Efendilerine karşı koyamayan tüm kul tayfası gibi taşralı köylüler topluluğu da içlerindeki hırsı, hıncı ve öfkeyi birbirlerine karşı yöneltmekten uzak duramadılar.
Daha insanca bir yaşam için lazım olan birlikteliği/kardeşliği gösterip suyun başını tutanlara karşı hakça bir mücadele yoluna gireceklerine, birbirlerinin hayatını zorlaştırmanın kahredici tuzağına düştüler. Onlar birbirlerini incittikçe de efendiler daha da güçlendi. Güçlenen efendiler kendi ortaya çıkardıkları bu kaosun faturasını da her on senede bir yine kul tayfasına çıkardılar. Zindanlarda ömür çürütenler, darağaçlarında hayat kaybedenler bütün bu çektiklerine rağmen birbirleriyle didişmekten her ne hikmetse yine de vazgeçemediler.
Gördünüz mü sevgili okuyucularım; tarih, sosyoloji, siyaset, mimari, kültür derken bizim İstanbul Şampiyonu okçu kızımızın madalya törenini unuttuk. Ayrıca derin meselelere dalmak güzel lakin ayağımda kösele ayakkabılar, üzerimde ceketli/pantolonlu kıyafetimle ortalıkta müdür müdür dolaşıyorum. Ayak ve bacaklarımda yavaştan baş gösteren ağrılardan yana da şikayetleniyor değilim fakat düşüncelerin hassasiyetinden midir, şartların yürümeye nâmusaitliğinden midir bilmem ama sırtımda peydahlanan ağrıya benzer karıncalanmalar dahi sanki “Tören saati de yaklaştı artık dönmelisin!” der gibi olunca ben de daha fazla uzatmayıp Okmeydanı Şark Kahvesi istikametini bırakıp Okçular Tekkesi ‘ne doğru geri dönüyorum.
“Ne hava, ne keman, ne kemankeş ancak.
Erdirir menzile tîri, nidayı ‘Yâ Hakk! ”
Şeyh Galip’in dizelerini terennüm edip Tekke’den içeriye “Ya hakk!” diyerek yeniden giriveriyorum.
Tekke’deki okçuluk antrenman ve müsabakalarının yapıldığı büyük alanın hemen girişinde gerçekleştirilen küçük bir törenle şampiyon kızımız Zülal’in madalyası takdim ediliyor. Ben de hem okçu kızımızı hem de hocası Nezir Bey’i tekrar tebrik edip birkaç da birlikte resim çekildikten sonra Başakşehir’e doğru vakıftan ayrılıyorum.