“Bugün de sana buradan ekmek çıkmaz; hadi, git işine!”
Baygın gözleri, karşısındaki kilolu adamın ağzının etrafındaki kırıntılarda… Adamın söylediği şeyler, bir kulağından girip öbüründen çıkıverdi. Daha sonra yavaşça kafasını salladı ve patronu olacak o pis adamın odasından çıktı. Alnındaki terleri, kararmış bir mendille silerken bugün ne yapacağını düşünmeye başlamıştı.
Çöpçülük yapan ve aynı zamanda kâğıt toplayıcılığıyla uğraşan sıradan bir işçiydi Ekrem Bey. Anlatılacak pek bir vasfı yoktu; yoksuldu, ailesizdi ve beş parasız bir şekilde her gün saatlerce çöp ve kâğıt topluyordu. Hayatta olması veya olmaması kimsenin umurunda olmazdı. Ölse herkesin bihaber olacağı bir yaşantının yanında sıkı sıkı tutunabileceği bir değere bile neredeyse sahip değildi. Burada neredeyse diye bir tabir kullanılabilir çünkü bu iğrenç iş hayatının tamamen zıddı bir halde; o kırık dökük evinin içine biraz renk katabilen, aynı şekilde Ekrem Bey’in içini tarifsiz mutluluklarla doldurabilen bir kaynağı -hobi denebilir mi bilinmez- ekstra olan bir işi vardı: Hikâyeler yazmak…
Gerçi buna hikâye diyerek bir kalıba sığdırmak yanlış olurdu. Ekrem Bey her şey hakkında her türde yazılar yazardı: roman, şiir, makale… Bazen anı yazdığı oluyordu. Kendisini şu köhne yaşamından soyutlayan ve belki de hayatının tek mutlu zamanlarını yaşayabildiği yer, akşam işinin bitmesiyle tozlu ve sallanan ahşap masasına oturup aklına, hayaline ne geldiyse yazabildiği bu sıcak saatlerdi. Sırf bu yüzden zamanında okuma yazma öğrenmesine vesile olan ailesine teşekkür ediyordu.
İşinden eve dönünce önce üstünü başını güzelce temizler ve çöpten zar zor araklayabildiği yemeklerini yedikten sonra o meşhur masasının başına oturup aklına gelenleri kâğıda dökerdi. Bu dört duvar arasına sığamayacak kadar hayal gücüne sahipti. Bir kere yazmaya başladı mı o yazının sonu hiç gelmezdi. Gecenin herhangi bir vaktinde, gözü bir anlığına saate kayar ve geç olduğuna kanaat getirirse yatmak aklına gelirdi. Daha sonra sabahın köründe gerçek ama onun içinde gri bulutların oluşmasına sebep olan işi için kalkar ve üniformasını giyip gerçek hayatına tam anlamıyla dönerdi.
Keza şimdi de gerçek, hayatın tam ortasında yer edinmişti ve elindeki ince dallı bir çalı süpürgesiyle ara sokaklardan birini temizlemeye çalışıyordu. Yüzündeki somurtkan ifade, gözaltlarının morluğu ve kurumuş cildine vuran saydam ışıkla beraber dışarıdan bakan biri için oldukça iğrenç bir adam gibi görünebilirdi ama o, bunu umursayacak yaşı çoktan geçmişti. Otuzlu yaşlarının sonundaydı ve artık o aklını kurcalaması gereken şeylerin bu olduğunu düşünmekten kaçınıyordu. Yaptığı ılık çay ile birlikte kırışmış kağıtlarının arasında dolanarak saatlerce yazacağı şeyler hakkında düşünmek, onun için her zaman daha makul bir seçenekti.
Kâğıt demişken; bugün, patronu olacak Mücahit Bey’den azar işitmesinin yegâne nedeni olan konular, işte bu kırışmış kâğıtlardı. Kendisine, evin kirasına ve genel ihtiyaçlarına ancak parası yeten Ekrem Bey’in hikâyelerini yazmak için ihtiyacı olan kâğıt ve kalemi vermesi için yırtındığı o haysiyetsiz insan, kendini üstün görme konusunda hiç şaşmıyordu. Ekrem Bey’in ayda yılda bir istediği o kâğıt parçalarını, sanki hayati bir önem taşıyormuş gibi, vermek istemiyor ve arkasından da bir ton laf edip duruyordu. Ah, Ekrem Bey!… Hiçbir alanda şansı yaver gitmemiş olan bu adamın hayal gücüne ve yazmaya duyduğu bu aşk ne kadar da imkansızdı! Kâğıttan ve kalemden mahrum bir şekilde evine döndüğü o geceler, onun için cehennemden farksızdı. Hayal gücünü bir cismin üzerine akıtamayacağı o saatlerde, kapana kısılmış bir şekilde yatağının başucundaki mumun titreyen ışığını izler ve hatta o gün hiçbir şey yemez, durumu telafi etmek amacıyla ertesi gün kendisine birkaç parça kâğıt alır, normalde yazdığının iki katını yazmayı denerdi. Hiç pişman da olmazdı.
Yazmayı sevdiği şeyler arasında en çok gündelik hayatında gözüne çarpan nahif cisimleri veya olayları betimlemek vardı. Bir yandan elindeki süpürge ve kova ile birlikte çöpçülük yaparken, diğer yandan da sokakta oynayan çocukları izliyor ve kafasından uydurduğu kurgular ile bunu sentezleyerek akşam ne yazacağına karar vermeye çalışıyordu. Etrafta karşılaştığı insanlar, çiçekler, yaşlılar, gençler hatta kedi ve köpekler bile onun için bir hikâye unsuruydu. Elindeki süpürgeden kafasını kaldırıp etrafa baktığında orada görmüş olduğu her şey, Ekrem Bey’e yeni bir ilham, yeni bir hayal gücü dünyasının kaynağı niteliğindeydi. Bunu yaparken insanların onlara anlamsızca bakmasını umursamaktan yorulmuştu ve kendi halinde, kurgusunun yeni kahramanlarını ve olaylarını araştıran bir tutuma sahip olmuştu.
Bu, yazmaya olan düşkünlüğünün farkında olan kişilerin hepsinde vardı elbet. Aynı yerde çalışmışlığı olan Barış Bey, bunu ilk bilenlerden biriydi ve hatta Ekrem Bey’i de bu konuda çok fazla destekliyordu. Adam, elinde kalan az buçuk parasının bir kısmını hep onun bu ihtiyaçları için harcar ve ara sıra ona ilham kaynağı olurdu. Aralarındaki ilişki gün geçtikçe daha çok arttı ve Ekrem Bey sadece o günlerde gerçekten bu dünyaya aitmiş gibi hissetti. Sadece o günler ılık değil de sıcacık bir çay içti, sadece o günler gerçekten mutlu olduğunu kanlı canlı fark etti… Lakin o, işten ayrıldıktan sonra her şey yine eskisi gibi oldu. Barış Bey bir daha onunla görüşemedi ve onun için yazdığı onca mektup elinde kalakaldı Ekrem Bey’in. Keza o gün yaşadığı şeyleri hiç unutamıyordu. Barış Bey’in ayrılacağı günün öncesindeki gecelerde ona mektuplar yazmıştı, bunlar teşekkürden çok yalvarma konulu mektuplardı ve bunları Barış Bey’e vermek için can atıyordu. Fakat kendisi ne yazık ki ona yetişemedi. Mektupları çöpün kenarına bıraktı ve saatlerce çiseleyen yağmurun altında yürüyüp durdu.
O günden sonra hayatı şimdiki durumuna evrildi. Hayatında mutsuzluk, siyah ve kötü kokular hüküm sürdü ama kafasındaki bahçede hayalleri, onun güzel kokulu toprağı olmaya devam etti. Her kelime bir çiçek ve her kurgusu bir ağaç oldu büyümeyi sürdüren.
Ahh, Ekrem Bey!… Bu çürümüş dünyanın içinde kendisine hâlâ yer edinmeye çalışan bir fareden farksız çırpınıp duruyordu. Kalbini sadece bir şeyler yazmanın umuduyla doldurmuş, ona tutunur bir halde kendini gerçeklerden soyutluyordu. İlerisini hiç düşünmeden, bugünün ona vadettiği ile yetinmeye çalışarak nereye kadar gidebilirdi ki?
Sonunda koca bir günü daha akşam etti. Son bir kez bugün temizlediği park alanına göz gezdirdi ve yola koyuldu. Yolda karşılaştığı arkadaşlarına iyi akşamlar dileklerinde bulunurken eve gitmeden önce küçük bir poğaça almanın iyi olacağını düşündü. Eski püskü olan cüzdanından yeteri kadar para alıp evinin sokağının başında bulunan minik bir pastaneye giriverdi hızlıca. Bu pastanenin atmosferini hep sevmişti Ekrem Bey. Pembe tonlarında genel bir ambiyansı mevcuttu. Etrafa dekor olarak serpiştirilmiş çiçek desenleri ve altın sarısına yakın gösterişsiz koltuklarıyla birlikte çok kez Ekrem Bey’in hikâyelerine konu olmuştu bu çörek kokulu yer. Barış Bey ile burada içtiği çayın haddi hesabını söylemeye bile gerek yoktu zaten.
İstediği poğaçayı seçtikten sonra parasını ödemek için kasaya doğru adımladı. Cüzdanının köşesindeki parayı çıkarıp kasadaki kıza doğru verirken yanındaki gölgenin ona doğru konuştuğunu fark etti. “İyi akşamlar, Ekrem Abi… Beni tanıyorsun değil mi?”
Gözlerini hemen sağ yanında bulunan adama çeviren Ekrem Bey, önce tam olarak hatırlayamasa da bir vakit sonra onun kim olduğunu anımsadı. Geçen sene falanca sokağı birlikte temizlerken konuşma fırsatı yakalamıştı karşısındaki adamla ve bu bir ay boyunca bu şekilde sürümüştü. Ondan sonra da bir daha çalışma saatleri aynı zamana denk gelmemiş, birbirlerinin yüzlerini görmez olmuşlardı. Keza, Ekrem Bey bu adamın adını bile tam hatırlayamıyordu. Caner miydi? Cafer veya Can… “Cahit benim adım. Hani seninle konuşurduk yol boyu… Gerçi hatırlamamakta haklısın, suçun yok…” “Yok canım, hatırladım; merak etme sen… Nasılsın görüşmeyeli peki? Halin keyfin iyidir umarım. Ben aynıyım zaten, değişen bir şey yok.” Cahit’in içten gülümsemesinin hiç değişmediğini fark etti Ekrem Bey. Aynı aksan, aynı el kol hareketleri… İşte şimdi içten içe adını hatırlayamadığı için utanmıştı.
İkisi birlikte pastaneden çıkıp, güneşin tam batmaya yakın havada oluşturduğu o morumsu tonların ışığı altında öylece durdular. Ekrem Bey uzun bir arandan beri birileriyle iletişimden o kadar çok kopmuştu ki; şu anki yaşadığı durumu yadırgayıp duruyordu. Bu anın tesadüf olduğunu hiç düşünmüyordu, hatta hissetmiyordu bile. Tanrının bir işareti veya vergisi falan mıydı? Ek olarak Cahit’in hareketleri de sanki bunun yaşanmasını bekliyormuş gibiydi, her ne kadar Ekrem Bey insanları okumakta beceriksiz olsa da, bu kesinlikle çok bariz bir şeydi.
“Ne diyeyim, benim durumum da aynı. İşten eve, evden işe… Ailem de para göndermiyor artık. Yeni işler bakıyorum ama okuma yazmam olmadığı için baya sıkıntı içerisindeyim. Okuma yazma demişken… Sen hâlâ hikâyeler yazıyor musun? Gerçi… Senin arada bir kâğıt kalem almak için koşuşturduğunu görüyordum, hâlâ yazıyor olman gerek o zaman.”
Hızlıca konuşan Cahit, bu söyledikleri yüzünden bir kez daha şaşırtmıştı Ekrem Bey’i. Hikâye yazdığını hiç unutmamış demek ki… Oysa bu konunun lafı nerden baksanız ancak iki veya üç defa geçivermişti aralarında. Ekrem Bey, şu anda öyle tuhaf duygular içerisindeydi ki neyden konuşacağını, nasıl ağzını açıp da iki kelam edebileceğini hiç bilemiyordu. Ağzındaki tıkanmış lafları toparlamakta güçlük çekerek Cahit’e cevap vermeye çalıştı, “Yani, evet… Evet yazıyorum bir şeyler. Kâğıt, kalem bulmak da şu sıralar biraz güç ama pek de engel olarak görmemek lazım…”
“Evet, çok haklısın Ekrem Abi… Veya ”Bey“ mi demeliyim? Bir düşünsene, belki bir gün bu yazdıkların sayesinde tanınırsın ve eline bolca para geçer. Hayali bile güzel, baksana… Keşke ben de bir şeyler yazacak fırsat bulabilseydim ama şansım ta en başından kapanmış benim… Ne yazma bilirim ne de okuma…”
Bu söylenenlerin tam zıddı olacak biçimde nazikçe gülümsedi Cahit. Sanki her şeyi boş vermiş de dünyaya olan inancını tamamen kaybetmiş gibi bir gülümsemeydi bu. Sıcak ama boş, küçük ama aslında içten içe acı çeken bir gülümseme… Ekrem Bey’in yarattığı karakterlere verdiği gülümsemelere çok benzeyen bir gülümseme bu.
“Niye böyle diyorsun Cahit… Sen iste, vallahi tüm kapılar açılıyor ardına kadar. Gençsin sen, okumayı da yazmayı da öğrenirsin çabucak! Hem ben tanınmak falan da istemem, yazdıklarım bana özeldir, her biri benim şirin mi şirin bir çocuğum gibi.” Ne kadar da motive edici sözlerdi bunlar! Ekrem Bey’in kendisinde arayıp da bulamadığı bu yaşam umudu, başkaları için ağzından kelimelere dönüşüp bal niyetine damlıyordu neredeyse. Daha kendisi için söyleyemediği bu cümleler başkaları için bir harita niteliği taşıyordu, gerçekten takdire şayandı.
“Bilmem, belki öğrenebilirim bir gün nasip olursa. Her neyse, ben şey diyecektim. Benim elimde çöplerden bulduğum birkaç kitap vardı. Bunları görünce aklıma direkt sen geldin. Getirmemi ister misin?” Cahit bunları dedikten sonra cebinden bir kağıt parçası çıkardı ve bunu Ekrem Bey’e doğru uzatarak tekrar konuşmaya başladı, “İsimlerini not almıştım, hangilerini istediğini söylersen onları getirebilirim.”
Ekrem Bey şöyle bir kağıda baktı. Franz Kafka’nın Milena’ya Mektuplar’ı, Dostoyevski’nin Öteki’si, Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanı, Michael Morpurgo’nun Kayıp Zamanlar’ı ve birkaç adını duyurmuş eser daha… Bunların yarısından fazlasını her ne kadar duymuş olsa da hiçbir zaman okuma fırsatını elde edememişti Ekrem Bey. İçlerinden en çok merak ettiği birkaç tanesini naçizane bir biçimde istedi, bugünün tesadüf olma ihtimali artık tamamen kalkmıştı onun için. Bunun dışında… Hayatın herhangi bir evresinde, birinin aklına düşebilmek onun için o kadar güzeldi ki… Fakat Ekrem Bey bu konuyu hiç açmamayı seçti, o vakit ve kitaplar için çokça teşekkür ederek Cahit’in yanından hızlıca ayrılıverdi. Yüzünde istem dışı oluşan gülüşü bir türlü silemiyordu. İçi uzun zaman sonra gerçek bir çay içmiş gibi sıcacıktı ve o, gerçekten mutluydu. Burada cidden edebi olmaya lüzum yoktu, o sadece mutluydu işte.
Sohbet, muhabbet derken hava iyice kararmıştı zaten. Sokak lambalarının sarımtırak ışığının altında, yüzündeki belirgin sevinç ile birlikte yürüdü Ekrem Bey. Evinin önüne doğru adımladı ve tam anahtarını çıkarıp kapıyı açacakken kapının altındaki şeyle aniden dumura uğradı. Gözleri deyim yerindeyse fal taşı gibi açılırken hemencecik yere doğru eğildi ve titrek elleriyle betonun üzerine bırakılmış kağıtları ve kalemleri avuçladı.
Hiçbir şeyin ne anlama geldiğini anlayamadan boş gözlerle sadece elindekilere bakıp duruyordu o an. İçindeki tuhaf hisler boğazına kadar vurmuştu ve onu susatıyordu. Kafası allak bullaktı… Kaç dakikanın o halde geçtiğini umursamadan kenarda gördüğü birkaç kitap ile bir kez daha afalladı. Kalemi, kâğıdı bırakıp kapının ucundaki kitaplara yeltendi ve hepsini kucaklayıp yere oturdu. Bu kitapların isimlerini daha biraz önce anımsadığına yemin edebilirdi çünkü bu kitaplar Cahit’in bahsettikleri ile aynı idi. Bunu fark etmesi Ekrem Bey’i bir kez daha şaşırttı ve gözlerinin dolmasına sebep oldu. İnce ince akmaya başladığı göz yaşlarıyla beraber kağıtlara, kalemlere… Kitaplarına bakıp durdu. Kapısının önünde, yere oturmuş zayıf bir adam, önündeki kağıtlar için küçük bir çocuk gibi ağlıyordu şu anda.
Böyle bir şeyi hiçbir şekilde beklemediği için o kadar çok şaşırmıştı Ekrem Bey. İçinde bir türlü anlamlandıramadığı duygular aniden filizlenip duruyordu. Ne kadar da yabancı kalmıştı bu gibi hislere. Ahh, Ekrem Bey! Daha birkaç dakika önce hissettiği mutluluğun daha yoğun halini şu an, şu kâğıtlara bakarken yaşıyordu. İçten içe kendini ne kadar aciz gördüğünü anlamış olsa da bunu umursamadan sadece önündeki eşyalara odaklanmak istedi. En sonunda şaşkınlığını üzerinden attı ve kağıdını, kalemini kucaklayıp evine giriverdi. Sevinci ta gözlerinin ışıltısından belliydi. Alelacele masasının başına geçti ve günlerdir kâğıt yüzü görmemiş bu masayı da kendisi gibi mutlu etti.
Kitaplarını da özene bezene raflarına yerleştirdikten sonra küçücük odasına uzunca bakarak bir iç geçirdi Ekrem Bey. Bugünün neden bu şekilde bittiğini hiçbir zaman anlamlandıramayacaktı ama şundan emindi ki bugünü anlatmak için yazacağı hikâye, onun pek çok hikâyesinin arasında en güzeli olarak yer edinecekti. Kendisine hızlıca en sıcağından bir çay yaparak masasının başına geçip oturdu.
Ama ondan önce birisine mektup yazmak gerekiyordu, öyle değil mi?