Bahar Gelir Çiçek Olur Açılır

Sadık Yalnızuçanlar
Sadık Yalnızuçanlar

Âşık Veysel’in vahdet neşveli bir manzumesi:

 

Göz gezdirdim dört köşeyi aradım

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

İstersen dünyayı gez adım adım

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

Coşar deli gönül misâl-i derya

Mecnun’a sahrada göründü Leyla

Gördüğün güzellik hepisi Mevlâ

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

Her nesnede mevcud her cesette can

Anın için dedik biz ona Cânân

Evvel ahır odur onundur ferman

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

 

Bahar gelir çiçek olur açılır

Zaman zaman yağmur olur saçılır

Ehl-i aşka mey görünür içilir

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

 

Neyim ne olacak elde neyim var

Karac’oğlan, Dertli, Yunus soyum var

Mansur’a benzeyen bazı huyum var

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

O cihana sığmaz ondadır cihan

O mekâna sığmaz ondadır mekân

O devrâna sığmaz ondadır devrân

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

 

Hayyam’a görünmüş kadehte meyde

Neyzen’e görünmüş kamışta, neyde

Veysel’e görünür mevcud her şeyde

Ne sen var ne ben var, bir tane Gaffar

 

Allah’ın “Gafûr” isminin sürekli anıldığı bu vahdetnâmede, Veysel’in tevhid idrakiyle söylediklerine benzer duyuş ve düşünüşe rastlıyoruz. Gafûr, “gafr” kökünden gelen Arapça bir kelime. Prof. Dr. Bekir Topaloğlu Hoca, İslâm Ansiklopedisi’nde şöyle diyor:

Çizim: Aytul Dönmez

“Gafûr kelimesi, sözlükte ‘örtmek, gizlemek, kirlenmekten korumak için bir şeyin üstünü örtmek’ manasındaki gafr (gufrân, mağfiret) kökünden sıfat olup

‘birinin kusurunu örten, suçunu bağışlayan’ anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî, Allah’a nispet edilen gufran ve mağfireti O’nun, kulunu azap görmekten koruması şeklinde manalandırmıştır. Bu ise günahı bağışlamanın sonucunu gösteren (lâzımî) bir anlam niteliği taşır. Aynı kökten gelen istiğfâr kelimesi, kişinin kusurunun bağışlanmasını Allah’tan talep etmesi anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî’ye göre bu talebin hem söz hem de fiil ile olması gerekir. Aksi hâlde istiğfar kişiyi yalancı durumuna düşürür (el-Müfredât, “ġfr” md.).

Bu açıdan bakıldığında istiğfarın ‘Allah’a dönüş’ manasına gelen ‘tevbe’ ile anlam yakınlığı içinde olduğu görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de gafr kökünden türemiş 234 kelime bulunmaktadır. Bunların beşi yine ‘affetmek, bağışlamak’ manasında olmak üzere insana nispet edilmiştir. Altmış birini muhtelif fiil kalıplarının, diğerlerini de çeşitli sıfat ve isimlerin (gâfir, gafûr, gaffâr, gufrân, mağfiret) oluşturduğu toplam 187 kelime doğrudan Allah’a izâfe edilmiştir. Kırk iki kelime ise istiğfar kavramı etrafında şekillenmiştir ki bunlar da sonuç itibariyle Allah’ın Gafûr ismine râcidir (bk. M. F. Abdülbâk^ı, el-Mu’cem, “ġfr” md.). Allah’ın Gafûr (Gaffâr) oluşunu ifade eden 229 kelime, Kur’ân-ı Kerîm’in 29. cüzünün sonlarında yer alan Müddessir suresinin nihayetine kadar (74/56) bazı kesintilerle birlikte art arda devam eder. Kur’an’ın tamamı göz önünde bulundurulduğu takdirde gufran kavramının yer almadığı sûreler hacim bakımından yüzde on üç civarında kalır. Bu kavramı içeren son suredeki ayetin meali ise şöyledir: ‘O çok bağışlayan (gafûr) ve çok sevendir.’ (el-Burûc 85/14) Aslında Gafûr isminin tecelli etmesi, yani fiilî bir sıfat olarak fonksiyoner olması insanların günah işlemeleri ve bağışlanmalarını istemelerine bağlıdır. İslâmî anlayışta her insan selim bir fıtratla ve günahsız olarak dünyaya geldiğine, ayrıca herkes kendi yaptığından sorumlu olacağına göre aslî günah yoktur. Şu hâlde mağfiret kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de birçok defa tekrarlanmasının sebebi nedir? Bu noktada, insanı sürekli günah işleyen bir mücrim telakki etmek yerine, onun Allah’a ulaşabilmesi için kazanması gereken kemal mertebeleri ve yetkinlik vasıflarında geri kalabileceği veya hatalı davranabileceği şeklinde bir yaklaşımı benimsemek ilgili ayetlerin genel muhtevasına daha uygun düşmektedir.” Topaloğlu’nun da belirttiği üzere, “mağfiret”, insanın manevî gelişimi için gerekli merhamet vasatını sağlıyor. Veysel de şiirinde bu manada kullanıyor “Gaffar”ı. Şiirin redifi olarak Hakk’ın ismini seçen Şair; gufranı, sürekli cürüm içinde yaşayan bir insanın daima bağışlanacağı manasında almıyor. Aksine, mağfiretin gölgesinde, iç ve dış âlemde, her yerde ve her şeyde Hakk’ı görebilmenin imkânlarından söz ediyor. Kuşkusuz Veysel de çok iyi bilir ki kul yanılıp tökezleyecek; Hak, sonsuz rahmetiyle -samimi bir şekilde sığınır ve af dilerse- kulunu bağışlayacaktır. Ama burada insanın, Hakk’a layık ve ehil vaziyete gelebilmesinin sadece kendi çabasıyla olmayacağını, Hakk’ın rahmet ve himmetinin erişmesiyle mümkün olacağını düşünmek durumundayız. Kul, gayretiyle Hakk’a yakınlaşabilir. Buna, “kurbiyyet” denir. Bir de “akrebiyyet” vardır ki o, ancak Hakk’ın lütfuyla olur. En yakın olmak, ilahî bağışsız mümkün değildir. Şair; kendime ve dış dünyaya baktım, gözledim, izledim ve aradım, sadece Hakk’ı gördüm, diyor. Bu, bize, Niyazî-i Mısrî’nin ünlü deyişini hatırlatıyor: “Hak’tan ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş.” Veysel de “Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar.” diyor. Nereye baksa O’nu görüyor. Sadece Hak var, diyor. Bunu sen de yaparsın, yapmalısın, dünyayı adım adım gez dilersen, aynı şeyi göreceksin. Ama bunun için içgörün açılmalı, onunla bakmalısın. Baş gözüyle Hakk’ı görmek mümkün değildir. Hz. Musa, bunu çok istedi, kendisine ilahî uyarı geldi ama ısrar etti; Hak, sonunda Tur dağında ateş suretinde tecelli etti. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Kur’an’da anılan bu olayı işaret ederek şöyle der “Allah; kuluna, ihtiyacı suretinde tecelli eder.” O’nu görmek, bir cismi, bir varlığı, somut bir sureti görmek değildir. O, insanın benliğinde ve bütün âlemlerdedir; varolan, O’nun suretleridir, sıfat düzeyindeki tecellileridir. O hâlde varolanlara bakıldığında Hak görülmelidir. Ahmed Âmiş Efendi’nin beyan ettiği üzere, “Taşa taş, kuşa kuş, ağaca ağaç nazarıyla bakarsan taş olur, kuş olur, ağaç olur. Hak nazarıyla bakarsan Hak olur.” Demek ki burada görünen, ancak görenin görüş biçimiyle anlam kazanıyor. Niyet ve nazar, şeylerin mahiyetini değiştirir. Sen de gönül gözüyle bakarsan bütün eşyada Hakk’ı göreceksin… İkinci bentte, Veysel Leyla ile Mecnun’a atıfta bulunur:


Coşar deli gönül misâl-i derya

Mecnun’a sahrada göründü Leyla

Gördüğün güzellik hepisi Mevlâ

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar


Gönül, O’nun aşkıyla deniz gibi coşar. Nefsinde ve âlemde Hakk’ı görebilmenin ilk adımı aşktır. “Bilinmeyi sevdim, kâinatı bu yüzden yarattım.” buyrulmuştur. Bilginin kaynağı, aşktır. Aşk, Hakk’ın bir sıfatıdır. Yunus Emre, “Aşk anadan doğmadı, kimseye kul olmadı.” derken, aşkın, Hakk’ın bir sıfatı olduğunu belirtir. Bir başka nefesinde, Yunus, “Aşk makamı âlidir; aşk kadîm, ezelîdir.” der. Yine kadim ve ezelî olanı yani Hakk’ın sıfatlarını ifade eder. Gönül, aşkla coşar. Mecnûn, Leyla’nın aşkıyla bir bulut gibi kendinden geçer, çöllere düşer. Oysa gördüğü Hakk’ın güzelliğidir. Leyla diye sevdiği aslında Hak’tır. Leyla’dan yansıyan O’nun güzelliği ve çekiciliğidir. Aşk, insanı sıradan ve alışılmış olanın dışına çıkarır; ona bir ruhî sıçrama yaşatır. Aşk, yakar ve yeni bir vücudun varlığını mümkün kılar.


  Her nesnede mevcûd her cesette can

Anın için dedik biz ona Cânân

Evvel âhir odur onundur ferman

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar


Allah’a mekân izafe edilmez ama O, her şeydedir. Vücud bulmuş olan her şeyin gerisinde Hakk’ın sonsuz ve mutlak vücudu vardır. Her bedendeki can, O’nun nefesidir. Bu yüzden Hakk’a cânân/sevgili denir. O, öncesizdir, sonrasızdır, emir onundur, her şey ancak O’nun izniyle hareket edebilir.


Bahar gelir çiçek olur açılır

Zaman zaman yağmur olur saçılır

Ehl-i aşka mey görünür içilir

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar


Bu sarih ifadelerin arasına gizlenen “mey”, hakikatin remzidir. Veysel de selefi gibi, meyhâne sembolizmini şiirlerinde kullanır. Mey, hakikattir. Meyhane, dergâhtır. Sâki, mürşittir. Kadeh, mürşidin sözüdür, nazarıdır. Allah, baharda açan çiçektedir, yağan yağmurdadır. Sezâi Karakoç’un Kar şiirini hatırlayalım:


Allah kar gibi gökten yağınca

Karlar sıcak sıcak saçlarına değince

Başını önüne eğince

Benim bu şiirimi anlayacaksın…


Veysel’in şiiri, Tâhir Karagöz Hoca’nın o güzelim hicaz şarkısının, Zeynep Arıcan’a ait güftesini de hatırlatıyor: 


Âlem bahanedir varlığın için

Çiçekler yapraklar dallar bahane

Kendini kendinden gizledin niçin?

Arılar petekler ballar bahane


Kastın var âşığı nalan etmeye

Gözünü gönlünü giryan etmeye

Aşkını kendine ilan etmeye

Leylalar Mecnunlar çöller bahane


Her zerren bahane a sevdiceğim

Her işin şahane a sevdiceğim

Dolmuşsun cihane a sevdiceğim

Seni bulmak için yollar bahane


Sonraki dörtlükte, Veysel, dâhil olduğu geleneğin bazı isimlerini anar:


Neyim ne olacak elde neyim var

Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var

Mansur’a benzeyen bazı huyum var

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar


Şu an ne hâldeyim, kimim, hangi manevî düzeydeyim, hangi idrak mertebesindeyim… Bundan sonra hangi hâlde olacağım, hangi şekle bürüneceğim… Gerçekte neyin sahibiyim? Bu sorular, yetkin insan oluncaya kadarki olgunlaşma sürecinde, kişinin cevabını bulması gereken sorularıdır. Karacaoğlan’dım, Dertli’ydim, Yunus’tum. “Ben Hakk’ım.” Dediği için elleri, ayakları, başı kesilen, cesedi yakılan, Dicle’ye atılan, küllerinin her zerresinden “ene’l-Hak ene’l-Hak!” sesleri işitilen Mansur’dum; şimdi Veysel’im, onların tecrübelerini bugün ben kendime özgü yaşıyorum. Tecrübemin özeti şudur: 


“Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar.”


O cihana sığmaz ondadır cihan

O mekâna sığmaz ondadır mekân

O devrâna sığmaz ondadır devrân

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar


Veysel, vahdet zevkini derinleştirerek sürdürür. Cenab-ı Hak, bu cihana sığmaz, bütün âlemler, O’ndadır, O’nundur. Mekâna sığmaz, bütün mekânlar ve mekânetler, O’na aittir. Devrana sığmaz, O’na doğru, O’nda ve O’nunla devran edilir. Devrân, dervişin ilahî neşveyle, ayakta, dönmek suretiyle Hakk’ı zikretmesidir. Birçok irfan yolunun mensupları; zikri, oturarak veya ayakta dairevî şekilde, dönerek yapar. Mevlevîler, Halvetîler, Kâdirîler vb. birçok tarikte, devran zikri yapılır. Devrânı, Veysel sadece bir zikir şekli olarak anmıyor, kulun Rabb’ine doğru hareketlenmesi olarak da niteliyor.

Son bentte, Veysel, yine bilgelerden örnekleyerek, Hakk’ın tekliğini ilan eder:


Hayyam’a görünmüş kadehte, meyde

Neyzen’e görünmüş kamışta, neyde

Veysel’e görünür mevcud her şeyde

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar


Veysel’in andığı iki isim de çok önemlidir: Ömer Hayyam ve Neyzen Tevfik (Kolaylı). Hayyam, 1030’lu yılların sonunda, Nişabur’da doğdu. Arap kökenli Hayyamî kabilesindendi. Uzun süre, o dönemde bir ilim merkezi olan Semerkant’ta yaşadı. Selçuklu saraylarında, bilhassa Nizamülmülk’ün himayesiyle bulundu. Ama sarayda sıkıldığını, kendi beyanlarından da biliyoruz, ayrılıp başka şehirlerde bulunmayı tercih etti. Nişabur’da, 1120’li yılların başında öldü. Cebir, astronomi, geometri ve tıpla ilgilendi. Bu alanlara çok değerli katkılarda bulundu. Risale fi’l-Vücud (Varlık Risalesi) eserinin mukaddimesinde özetle şöyle diyordu: “Bilgi edinme ve gerçeğe ulaşma yolları üçtür: Felsefe, kelam ve irfan. İlk iki yolla hakikate ulaşmak zor hatta imkânsızdır. İnsan ancak irfan yoluyla gerçeği bulabilir ve kâmil manada hakikat ehli olabilir. Ben de bu yolun mensubuyum.” Hayyam, hakikat ehli birisi olarak, gönlünde tecelli eden sırları, meyhane sembolizmini, yer yer ironi sınırına vararak abartılı biçimde kullandığı rubailer de yazdı. Fakat günümüzde algılandığı gibi, döneminde şair olarak değil, âlim olarak biliniyor ve tanınıyordu. Kendisine ait rubailere sonraki asırlarda çok ekleme yapıldı, gerçekte ona ait olmayan rubai, onunmuş sanıldı. Ayrıca meyhane sembolizmini aşırı biçimde kullandığından, şerh ve izaha ihtiyaç duyan mazmunları yeterince doğru algılanamadığından, hayatı boyunca alkollü içkiyi aşırı şekilde kullanan, giderek “ayyaş” biriymiş sanılan Hayyam, başta Batı olmak üzere dünya dillerine de çevrildi, sevilerek okundu. Rubailerinde hermetik bir dil kullanmasını, bâtın ilmini inkâr edenleri bu anlamlardan mahrum ederek cezalandırma eğilimiyle açıklayanlar da olmuştur. Eserleri arasında, Risâle fî taksîmi rub’i’d-dâ’ire, Risâle fi’lberâhîn ‘alâ mesâ’ili’l-cebr ve’l-mukābele, Risâle fî şerhi mâ eşkele min müşâderâti Kitâbi Öklîdes, Nevrûznâme, Zîc-i Melikşâhî, Mîzânü’l-hikem fî İhtiyâli ma’rifeti mikdârey ez-zeheb ve’l-fidda fî cismin mürekkebin minhümâ, Silsile-i Tertîb (Risâle fî Külliyyâti’l-vücûd), el-Kavl ‘ale’l-ecnâs elletî bi’l-erba’, Risâle fi’-Vücud, Rubaiyyât sayılabilir. Musıkî, şiir ve hiciv geleneğimizin en değerli isimlerinden Neyzen Tevfik ise, 24 Mart 1879 tarihinde Bodrum’da doğdu. Rüşdiyeyi burada okudu. Ardından Urla’ya geldi. Sara hastalığı belirdikten sonra Kâzım Efendi’den nay-ı şerif dersleri aldı ve bu âlemşümûl çalgının taşıdığı manevî/irfanî iklimden nasiplenmeye başladı. Yatılı olarak girdiği İzmir İdadisini hastalığı yüzünden bitiremedi. İzmir Mevlevîhanesine devam etti. Nây-ı şerifin yanı sıra Arapça ve Farsça dersleri aldı. Mevlevîhâneye devam eden kıymetli isimleri tanıdı, onlardan istifade etti. 1898 yılında İstanbul’a geldi. Fethiye medresesine bir süre devam etti. Mehmed Âkif Ersoy’la tanıştı, ondan dersler aldı, ona nây-ı şerîf dersi verdi. İstanbul’daki musıkî ve edebiyat mahfellerinde bulundu, birçok musıkîşinas ve ediple tanıştı. Fatih’te bir handa kalmaya başladı. İçki iptilası sebebiyle daha çok zâhitlerin bulunduğu Yenikapı Mevlevîhanesinden uzaklaştırıldı. Sütlüce Bektaşî dergâhına devam etti, oradan feyizlendi. 1903 senesinde Mısır’a gitti. Kahire ve İskenderiye’de bulundu. 1908’de, 2. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte yurda döndü. 1910 yılında Cemile Hanım’la evlendi, kısa bir süre sonra ayrıldı. Bu kısa evlilikten Leman adında bir kızları oldu. Bir müddet, konservatuvarda görev aldı. Birkaç defa, uzun süreli Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde yattı. İrfanî derinliği olan şiirler yazdı, hiciv edebiyatımızın en değerli parçalarını üretti, besteler yaptı. Neyzen olarak çok kıymetli bir icra tavrı, edası vardı. 29 Ocak 1953 tarihinde vefat eden Neyzen Tevfik, Melâmî geleneğin en yetkin dervişi olarak da ünlendi. Veysel, bu iki değerli ismi anarak tevhit sırlarını taçlandırır:


Hayyam’a görünmüş kadehte, meyde

Neyzen’e görünmüş kamışta, neyde


İkinci mısra, Neyzen Tevfik’in Vahdetnâme’sindeki son bendi hatırlatır:


Serserinim, düştüm aşkınla meye,

Nasıl girdin elimdeki şu neye?

Hem seversin beni Neyzen’im deye,

Hem de sarhoş diye destan edersin!