Hoşça bak zatına demiş manevi yolun yolcuları. Bizi özümüzü görmeye ne de güzel davet etmişler. Yunus’ca, Mevlana’ca ve Veysel’ce… Görmeyen gözlerle; bakan gözlerin görmediklerini okuyacak, anlatacaktır. Anlattıkları, kadim Türk – İslam öğretisinin küçük ama hayati kodları olacaktır. Sevginin sosyal yansıması yine “birlik” tir. Ömrünce millî birlik ruhu ve fikriyle türküler söyleyecek bir ozanı konuk edecektir 20. yüzyıl. Çağımıza hoş geldin ozan. Sırrına mazhar olmak ümidiyle dinliyoruz seni. Söyle. Dil ile söyle, tel ile söyle, hâl ile söyle.
“Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?”
Bu dizelerle ruhumuzun karanlık dünyasına sesleniyor Âşık Veysel. Görmekle aşk arasına atılan sırça merdivenlerin insana yaslandığı sır âleminden sesleniyor bizlere. Sazının bağrına yaslandığı umutla, tezenesinin gölgesinde kuruttuğu baharla, bin bir türlü çiçeğin adıyla sesleniyor bize Âşık Veysel. O ses yüreğimizin toprağında filizleniyor. Kimi zaman bir lale olup boynumuzu büküyoruz yârdan ayrı; kimi zaman da sarp kayalarda gizlenen Nevruz’un gök gözlerinde seyrediyoruz âlemi. Görmediği yerde bakmayı öğretiyor aslında bize. Bir çiçeğin sevdasına bakmayı, bir çiçekle solan gözlerin bin bir çiçekle dünyaya açılmasını öğretiyor.
“Ben ‘Kör Veysel’ diye seslendiğiniz, ancak sizin görür sandığınız aydınlık dünyayı, karanlık dünyamdan sizden daha gerçekçi, daha güzel görenim.
Siz beton direkler çakıp canını yakarken toprak ananın, ben
‘tırnağımla
olur da canını incitirim’ diye bir dostu okşar gibi dokunuyorum toprağa.
Sizde
bir çift göz var, ben de ise bir gönül!
Aramızdaki
fark bu sadece…”
Anadolu’nun bereketli topraklarına su gerekti. Sevgi tohumlarının boy vermesi için Yunus Emre’nin şiirleri, Mevlana’nın Mesnevisi, Hacı Bektaş’ın deyişleri damla damla su oldu. Âşık Veysel’in sazı bu billur suların berrak aktığı bir çeşmeydi artık. Halk susadıkça gönlünü dayayıp türkülerin kurnasından kana kana su içti. Çöl ortasında gürül gürül akan bir çeşmeydi artık Âşık Veysel’in sazı.
Veysel’in dili sevgi dilidir. Veysel’in özü aşk özüdür. Sen ne kadar gülü seversen sev, gülün aklı fikri dikende olursa ve batarsa diken güle, inleyen kahrolan gül değil bülbüldür. Sen gülü seversin gül yağını eller sürer neylersin. Bülbüle kalan kan rengi feryâd u figandır.
Herkes bir unvan verdi ona. Herkes başka kelimelerle seslendi Veysel’e. Görünüşte ufak tefek bir adamdı. Ama küçük karanlık dünyasına koca güneşi sığdırmıştı. Kimi “Kör Veysel” dedi, kimi “Koca Veysel”. En çok da Âşık Veysel güzel durdu onda. Onun “Uzun İnce Bir Yol”undan çıktık yola. Doğum ile ölüm arasında neler yaşamışsa sunduk sizlere. Peki yeterli mi? Asla! Güneşi gönlünde taşıyanı nasıl anlatalım, sayfalar yetmezdi ki. İki Kapılı Han’ı usulca araladık kalem kâğıt yordamıyla. İstedik ki Âşık Veysel’imizin dünyasına girin ve karanlık koridordaki aynada kendinizi görün. Türkü türkü revan olduk Sivrialan’dan tüm yeryüzüne. Kâh onunla toz yuttuk, kâh bir söğüt altında soluklandık. Okudukça ağladık, ağladıkça dağlar çiçek açtı Veysel ise dert açtı. Dert bir yana çekti Veysel’i aşk bir başka yana. Veysel ne yana çevirdiyse başını, kızıl bir ateşti onu alnından öpen. Gökten üç elma düşmüştü. Yokluk, yoksulluk ve yolculuktu payına düşen üç elma. Aşkta yandıkça hâr oldu. Yine de kahır nedir bilmedi, dillendirmedi kinden nefretten yana bir kelimeyi dilinin ucundan. Yutkunarak sazı ile ses verdi: “Güzelliğin on para etmez, bendeki aşk olmasa.” Nesilden nesile taşınacak türküler biriktirdi, üzerlerine kara toprak serperek şiir tohumu ekti çorak yüreklere. Her tohum binlerce çiçek oldu. Yoruldu gurbet yollarda. Çekildi doğduğu topraklara. Son bir türkü okudu hasta yatağında. Sadık yâre vuslat yakındı. Nasır tutan ellerle helallik diledi sazından ve tüm yaratılanlardan. “Dostlar Beni Hatırlasın”la uzun ince bir yolun sonuna adımını attı…