Huzurda Mısın?

Sönmez Artan
Sönmez Artan

Şu fani dünyada her birimizin aradığı, istediği, bir ömür boyu peşine düştüğü bir özlemin, derin bir arzunun ifadesidir huzur. Evet, hepimizin şuurlu ya da şuursuz olarak ruhunun derinliklerinde hissetmek istediği sımsıcak bir duygudur huzur.


Huzur, tazeliğini her zaman koruyan ve hasret kokan bir özelliğe de sahiptir aynı zamanda; zira içimizdeki ve dışımızdaki irili ufaklı çalkantılar hiç sona ermez. İnsan ihtiraslı bir varlıktır, istekleri ve arzuları güçlüdür ve hiç bitmez çünkü. İnsanın istek ve arzularla dolu olması değildir problem. Problem, bu istek ve arzuların yönü ve hedefi ile ilgilidir çoğu zaman.


Evet zihnimizi şöyle bir kenara çekip kendi kendimize “hayatta en çok istediğim şey nedir?” sorusundan başlayarak aşağıya doğru bir sıralama yaptığımızda pek çok insan için pek çok tercihler sıralanacaktır. Bence bütün bu istek ve arzuların alt dinamiğinde üstü örtülü kalan ortak bir payda vardır: “Huzur…”


Bu duygu ömür kemale erdikçe çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Zira insanoğlunun hayat tecrübesi arttıkça, isteyip arzulayarak peşinden koştuğu pek çok şeyi ardında bırakıp ilerledikçe, içindeki o derin ve anlamlı arzuya daha çok yaklaşır.


Ailesi ve çevresi tarafından önemsenme, kimlik arayışları, kabul gören bir meslek, evlilik, çocuk sahibi olma, iyi bir kariyer yapma, insanların beğenisini kazanma, büyük eserler ortaya koyma… Evet, kimileri tarafından tüm bunlar kişinin dünyasında yaşandıkça aşıla aşıla önemini kaybeder; kimi için de tefekkür ede ede sanki yaşanmışçasına hepsi ama hepsi geride bırakılmışçasına…


Yani şunu demek istiyorum. Şu dünyadaki hiçbir makam, hiçbir kariyer, hiçbir hayat standardı, hiçbir değer ve hiçbir şey insan fıtratının aradığı o huzur duygusunu veremez. Bu yüzden hayattaki her istek ve arzu geçicidir, huzur duygusundan yoksunsa.


İşte Ra’d sûresindeki “Kalpler ancak onun zikriyle huzur bulur.” (Ra’d:28.) âyeti tam da bunu söyler. Hangi şeye elini atsa tatmin olmayan insan kalbinin ancak O’nu anmakla ve O’nun huzurunda olduğunu idrak etmekle tam huzur bulabileceğinin açık bir ifadesi değil midir bu?


Hiçbir evli çift mutlu değildir huzuru yakalayamamışlarsa. Hiçbir sanatçıya haz vermez hayat, huzuru anlayamamışsa. Hiçbir kariyer, hiçbir başarı gerçek değildir huzurdan uzaksa. Hiçbir cemiyet güvende değildir huzuru yerleştirememişse fertlerine. Zira insanın bütün istek ve arzularının yani hayatının anlamı ve mayası huzurdur. Huzuru anlamış ve bulabilmişse insan, aslında istek ve arzuları da bir o kadar yükselmiş, ulvîleşmiş ve gerçek mânâsını bulmuştur.


Evet doğrudur; bütün sıkıntılar, dertler ve acılar “huzurda olmamaktandır.” Ya da şöyle diyelim “huzurda olduğunu bilmemektendir.” Oysa insanın “huzurda oluşu” ruhlar âlemindeyken başlamıştı. Anne karnına düşürülüp vücut elbisesini giydirildiğinde ise bir başka güzelleşmişti huzurda. İnsan, Rabb-i Rahime yine aynı huzurda tüm acizliğiyle boyun bükünce, nimetlere ve rızıklara mazhar kılındı, zenginleştirildi, geliştirildi ve mükafat olarak o dar âlemden alınıp daha geniş bir âleme buyur edildi.


O, bu defa da huzurdan uzaklaştığını zannetti, ağladı. Avazı çıktığı kadar bağırdı, çağırdı. Fakat gözlerini açtıkça kendisi için muhteşem bir hazırlık yapıldığını gördü. Şefkatin sahibi tarafından güneşle ısıtıldığını ve ışıtıldığını fark etti. Dünyada kendisine bir beşik yapılmıştı adeta. Kâinatta ışıl ışıl yanan yıldızlarla beraber bütün mahlukatın güzelliğini ise kudretin ve haşmetin tefekkürü içindeki huzurda buldu yine. Evet, kâinat onun için hazırlanmıştı ve tam anlamıyla göz kamaştırıcıydı.


Hafız-ı Hakiki’sinin atmosferle âlemini sarıp sarmalayarak koruduğu gibi kendisine sevgisini ve şefkatini karşılıksız vermek üzere anne ve babasının kanatları altında sonsuz şefkat sahibi tarafından sarıp sarmalandığını da fark etti bir süre sonra. Ve kendisine kondurulan öpücüklerin aslında rahmet öpücükleri olduğunu anladığı, kendisine verilen bembeyaz akışkan bir sütün içinde bütün ihtiyaçlarının depolandığını sezinlediği ölçüde, aczini ve çaresizliğini fark edip “huzurda” boyun büktükçe serpildi, büyüdü ve gelişti.

Ruhlar âleminde “huzurda” yalnızken şimdi saltanatın haşmeti altında bütün mahlukatıyla beraberdi. Bu da “huzurdaki” güzelliğin bir başka tecellisiydi.


Derken bunları hal diline dökmenin mükafatı olarak hazırlanan yeryüzü sofrası için dişler ihsan edildi. Eller geliştirilerek, kavrama ve tutma becerisi verildi. Nimetlerin lezzetinde “lezzeti vereni”, ihsanlarda “ihsan sahibini”, güzelliklerde “güzelliğin hakiki sahibini”, isteyip arzu ettiklerinde “o istek ve arzularını vermek için gönlüne koyan Sultanı” ruhunda duydukça, “huzurda olduğunu” daha iyi hissetti. Etrafındaki herkese anlatmaya çalıştı ama etrafındakiler onun lisanını, o da etrafındakilerin lisanını anlamadığı için o masum da bu güzellikleri şükür makamındaki meleklerle paylaştı.


Derken; şükür, Rahman’ın ihsanlarını daha da arttırdı. Huzurdaki kulunun lisanına, ilmine, iradesine ve gücüne kuvvet verdi. Bir süre sonra ise bilgisi, iradesi ve kuvveti arttıkça benliği öne çıkmaya ve kendisine daha çok güvenmeye başladı. İlginçtir ki insan kelime mânâsı olarak nisyandan (unutkanlıktan) gelmişti. Dolayısıyla etrafında sonu gelmeyen istek ve arzularının peşinde koşturan insanlara baka baka kimileri gibi “huzurda” olduğunu unuttu. Unuttukça huzursuzlaştı ve nankörleşti… Nankörleştikçe de kafasını kuma sokan devekuşuna döndü.


Kimi büyüyen çocuklar ise, “huzurda olduğu günlerini” hatırladıkça, bu sezgileri yüreğinde tekrar hissedip huzurun kaynağına yöneldikçe, “huzuru” ve “huzurdaki masumiyeti” tekrar yakaladı. İnsan, her bir ibadetin aslında “huzurda olduğunu hissetme” talimleri olduğunu fark etti. Ve aslında bütün bir yeryüzünün O Sultan’ın kâinattaki haşmeti karşısında her mahlukuyla secde ettiği büyük bir mescit olduğunu bilerek secde edenler de vardı. Bunlar ise “huzurda” olduklarını hissettikçe “huzuru içinde hissetmek” gibi yüksek ve ulvi bir ihsan ile yükseliyorlardı. Bunu hissettikçe de kendilerine verilen istek ve arzuların özündeki adreste buluşuyorlar ve gerçek huzura kavuşuyorlardı. Bütün istek ve arzularını karşılamaya kendi gücünün yetmediğini “huzurda” olduğunu anladıkça daha iyi idrak ediyorlardı. İstek ve arzularına ise hırsla değil, tevekkül, teslimiyet ve dua ile sarılıyorlardı.


Ve böylece imanda ihsan mertebesine çıkıyordu insan. Yani Allah’ın kendisini gördüğüne iman eder vaziyetteki bir yaşam mertebesine… Yani mertebelerin en büyüğüne, imanın en yükseğine… Yani huzura… Evet “her an huzurlu olmanın kapısı”, “her an huzurda olduğunu bilmekle” açılıyordu. Ve başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerin bize verdiği en önemli talimlerden biri de buydu.


Öyle ki Rabbimize yakın olmanın yolu, bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğunu idrak etmekten geçiyordu. Hem Hz. Peygamberin (asm) sıkça kullandığı “Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim.” şeklindeki yemini de kendini her an huzurda hissetmenin verdiği muhteşem bir ders değil miydi?


Evet, eğer huzurdaysanız, huzurdasınız.

Ne dersiniz, “huzurda mısınız?..”

Takip Et:
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni - Toki Kayaşehir Anadolu Lisesi