Akif’in Safahat’a Yansıyan İman ve İsyanı

Aziz Erdoğan
Aziz Erdoğan

Safahatın baştan sona okursanız birçok yerde Akif’in imanına ve isyanına şahit olursunuz. “İman ve
İsyan” kavramının bu denli fazla olmasının Akif’in aksiyoner kişiliğinde saklıdır. Bunda yaşadığı
dönemin sosyal şartlarının Akif’in kişiliğine etkisi büyüktür. Osmanlının son döneminde Birinci Dünya
Savaşı, Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşlarını görmüştür.

Akif hisli bir yürek taşıyan eylem adamıdır. Hak namına haksızlığa, zulme asla boyun eğmez. Hakkı ve
hakikati savunur. O bu tavrı inancından alır. Yaşayan İslam’ı, Kur’an’dan aldığı ilhamı kendine referans
eder. Onun imanı da isyanı da ferdi değil toplumsaldır. O bir duruş adamıdır. Haksızlık ve zulmün
karşısında susamaz; hemen harekete geçer, gereken tepkiyi gösterir, elinden geleni yapar. Çünkü
Peygamber efendimiz (S.A.S.) hadis-i şeriflerinde : “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
buyurmuştur.

“Duygusuz olmak kadar dünyada lâkin dert yok,
Öyle salgınmış ki mel’un kurtulan bir fert yok.
Kendi sağlam, hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin!
İşte en korkuncu hüsranın helakin, heybetin.
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”der.

O bir duruş adamıdır. Hakkı ve hakikati haykıran, haksızlığa isyan eden bir duruştur. Eğilmeyen
bükülmeyen İbrahimî duruştur. Akif bu asil duruşunun bedelini bilir ve gerektiğinde canı pahasına
ödemeyi kendine paye sayar.

Akif, kime yapılırsa yapılsın haksızlığa asla boyun eğmez. Hayatı bunun örnekleriyle doludur. Onun
isyanı sıradan bir karşı koyuş, baş kaldırma değil; Nurettin Topçu’nun Ahlak Felsefe’sinde dile getirdiği
İsyan Ahlakıdır. Topçu’ya göre insanlığın kurtuluşu, ahlaki değerlerin yükselmesiyle mümkün
olacaktır. İnsan hareketleri; aile, toplum ve insanlık basamaklarından geçerek Allah’a doğru
ilerlemelidir. Topçu, isyan kavramına olumlu bir anlam yüklemiştir. Onun anladığı manada isyan,
nizam yıkıcı olan ihtilal ve anarşi değildir. Çünkü alemi kırıp geçiren anarşist, kendi menfaatlerinin
esiridir. Topçunun benimsediği kendini kaybetmiş bir ruhun isyanıdır.

İsyan Ahlakı kavramına iradenin içinde bulunduğu şartlara boyun eğmesi olarak algılarsak Safahat’taki
isyanı anmayabiliriz. Akif, safahatta öncelikle sosyal manzarayı tasvir eder. Birinci safahatta görürüz
ki toplum büyük bir facianın ve kokuşmanın kucağına düşmüştür. Akif topluma bir sorumluluk
yükleyerek bu çözülmeden kurtulmanın çarelerini sunar. Çünkü vicdan, kendi hakikatine aykırı
hallerde haksızlıklara isyan etmeden tatmin olmaz. Bunu Zulmü Alkışlayamam şiirinde açık bir şekilde
dile getirir.

ZÜLMÜ ALKIŞLAYAMAM
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! …
-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…
İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?

Akif bir ahlak abidesidir. Onun isyanı da imanı da ahlaklıdır.

Akif, Sultanahmet’teki Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti Hukuk Müşavirliğinde göreve başlar. Orman
nezaretinde baytar müdür muavinidir. Müdürü Abdullah Efendi’nin haksız yere görevden alındığına
şahitlik eder. Bunun üzerine kendisi de görevinden istifa eder.

Yine aynı dairenin kaleminde çalıştırılmak üzere Darülfünün öğrencilerinden Mehmet Emin Erişilgil
yarı zamanlı işe alınır. Kendisinin hasta raporlu olduğu bir günde Mehmet Emin Erişilgil’i, mülakatında
iltimas yapıldığı gerekçesiyle işten atarlar. Buna da isyan eden Akif, bu durumu gerekçe göstererek bir
defa daha istifa eder. Mehmet Emin Erişilgil işe başlamadan da görevine dönmez. Yine 1908 sonrası
Darulfünun kadrosu kurulurken Ferit KAM, kadro dışı bırakılır. Ferit KAM’ın kadro dışı bırakıldığı
üniversitede ben görev yapmam diyerek Darülfünündaki hocalık görevinden istifa eder.

İsmailî teslimiyet

AĞLARIM AĞLATAMAM
Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.

Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.



Ya Rab Bu Uğursuz Gecenin Yok mu Sabahı?
‘İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım? ‘

(A’râf 155)

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
‘Yandık! ‘diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında

Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn’i

Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz’ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın

Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?

Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş’al-i vahdet
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin
Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakim’in?

İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ

Câni geziyor dipdiri… Can vermede mâsûm
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?

Lâ yüs’ele binlerce sual olsa da kurbân;
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!

Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın…
Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın


Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi


Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!


Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!


En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!


İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok…
Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî!


4 Cemaziyelevvel 1331 – 28 Mart 1329 (1913)

HATIRALAR/ Ayet Meali
“Tâkat getiremeyeceğimiz yükü bize yükleme, Allâh’ım!..”
(Kur’an, Bakara, 286)


Ey bunca zamandır bizi te’dîb eden Allah;
Ey âlem-i İslâm’ı ezen, inleten Allah!

Bizler ki senin va’d-i İlâhîne inandık;
Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık;
Bizler ki beşer bir sürü ma’bûda taparken,
Yıktık o zaman şirki, devirden ebediyyen;
Bizler ki birer hamlede evhâmı bitirdik,
Ma’bedlere Ma’bûd-i Hakîkî’yi getirdik;
Bizler ki senin ismini dünyâya tanıttık…
Gördükse mükâfâtını, yâ Rab, yeter artık!
Çektirmediğin hangi elem, hangi ezâdır ?
Her ânı hayâtın bize bir rûz-i cezâdır!
Ecdâdımızın kanları seller gibi akmış…
Maksatları dîninle berâber yaşamakmış.
Evlâdı da kurbân olacakmış bu uğurda…
Olsun yine, lâkin bu ışık yoksulu yurda,
Bir nûr-i nazar yok mu ki baksın bacasından?
Bir yıldız, İlâhî! Bu ne zulmet, bu ne zindan?
Hâlâ mı semâmızda geçen leyle-i memdûd?
Hâlâ mı görünmez o seher-pâre-i mev’ûd?
Ömrün daha en canlı, harâretli çağında,
Çalkanmadayız ye’s ile hirman batağında!
Kâm aldı cihan, biz yine ferdâlara kaldık…
Artık bize göster ki o ferdâyı: Bunaldık!
Bir emrine ecdâdı da, ahfâdı da kurban…
Olmaz mı bu millet daha te’yîdine şâyan?
Hüsran yine bîçârenin âmâlini sardı;
Âtîsi nigâhında karardıkça karardı.
Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken,
Bir başka cehennem çıkıversin… Bu ne erken!


Lâkin bu cehennem onu yıldırdı mı? Aslâ!
İ’lâya seğirtip duruyor nâmını hâlâ.

Kum dalgalarından geçiyor öyle şitâban:
Gûyâ o sabâ, geçtiği çöller de hıyâban .
Kar kütlelerinden iniyor öyle yaman ki:
Bir çağlayan akmakta yarıp taşları sanki.
Kızgın günün altında beyâbânı dolaştı;
Yalçın buzun üstünde sekip dağları aştı.
Artık gidiyor: Hakk’a varan bir yolu tutmuş,
Allâh’a bakan gözleri dünyâyı unutmuş.
Cûş eyleyedursun geriden nevha-i hüsran…
Yâdında onun şimdi ne mâtem, ne de hicran!
Yâdında değil lânesinin hüzn-i elîmi ,
Yâdında değil yavrusunun tavr-ı yetîmi;
Yâdında değil doğduğu, ter döktüğü toprak;
Yâdında kalan hâtıra bir şey, o da ancak:
Gökten ona “Yüksel!” diyen ecdâd-ı şehîdi!
Artık o da yükseldi, fakat yerde ümîdi:
Bir böyle şehîdin ki mükâfâtı zaferdir,
Vermezsen, İlâhî, dökülen hûnu hederdir!

1 Kânûnisânî 1330
(14 Ocak 1915)


….
HAKKIN SESLERİ


“Oğullarım: Gidiniz de Yûsuf’la kardeşini araştırınız, hem sakın Allah’in inâyetinden ümîdinizi
kesmeyiniz; zîrâ, kâfirlerden başkası Allah’ın inâyetinden ümîdini kesmez.”
(Kur’an, Yûsuf, 87)

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle:

Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtîyi karanlık görüvermekle apıştın!
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın ?
Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar

Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…
En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin ;
Mâdâm ki ondan daha mel’un, daha çirkin
Bîr seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,
Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan,
Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!


Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…
Seslerde: “Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş!”
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,

Tek kol da “Yapışsam…” demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki: Telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
“İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.


19 Rebîülâhir 1331
14 Mart 1329
(27 Mart 1913)


Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayâtın senin ey müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ninni değil dinlediğin velvele…
Kükreyerek akmada müstakbele,
Bir ebedî sel ki zamandır adı;
Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz, cereyan sîne-çâk…
Varsa duranlar olur elbet helâk.

Dalgaların anlamadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir inhimâk?

Dehşet-i mâzîyi getir yâdına;
Kimse yetişmez yarın imdâdına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evlâdına?

«Ben onu dünyâya getirdim…» diye,
Kalkışacaksın demek öldürmeye!
Sevk ediyormuş meğer insanları,
Hakk-ı übüvvet de bu cânîliğe!

Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh?
Yok mu gelip gayrete bir intibâh?
Beklediğin subh-i Kıyâmet midir?
Gün batıyor, sen arıyorsun sabâh!

Gözleri mâzîye bakan milletin,
Ömrü temâdîsi olur nekbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş Hudâ,
Görmeye, lâkin daha yok niyyetin!

Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.
Korkuyorum, Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.

Hakk-ı hayâtın daha çiğnenmeden,
Kan dökerek almalısın merd isen.
Çünkü bugün ortada hak sâhibi,

Bir kişidir: «Hakkımı vermem! » diyen.

5 Şubat 1330 (18 Şubat 1915)

Mehmet Akif Ersoy


Gerçek bir mü’min olan şair, bütün olumsuzluklara rağmen İslâm dünyasının bir dirilişi
gerçekleştireceğine dair inancını, neredeyse bütün şiirlerinde gizli veya açık sürekli ifade etmiştir.
Sözgelimi;

“Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh?
Yok mu gelip gayrete bir intibâh?
Beklediğin subh-i kıyâmet midir?
Gün batıyor, sen arıyorsun sabâh!” (s. 270)

veya

“-Korkma
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

(…)
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!” (s. 309-310)


Azimde sebât (kararlılık) etmek gerekir. İnsan, hedefe ulaşmak için kararlılıkla
yola devam etmelidir. Şaire göre, insan bir işe ümitle başlar ve kararlılıkla hareket
ederse amacına mutlaka ulaşır. Böyle kararlı bir insana da, bazen önüne engeller çıksa
bile yılamadan yoluna devam ettiği sürece, Allah yardım eder:

“Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın,
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?” (s. 190)
“‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme; yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.” (s. 190)
“Neden azmin süreksiz, yok mudur Allâh’a îmânın?

Çalış, dünyâda insân ol, elindeyken henüz dünya;” (s. 276)

En önemlisi, Allah’a iman edip O’na güvenmek ve ‘Allah bizimle beraberse
aşamayacağımız engel yoktur’ duygu ve düşüncesi içinde hareket etmek gerekir. İman
sahibi insanlar, bütün zulüm ve adaletsizliklere rağmen Allah’a sığınmaya ve
güvenmeye devam ederler ve bu sayede, bu dünyada olmasa bile öteki dünyada sonsuz
mutluluğa ereceklerini düşünüp ümitsizliğe düşmezler, hayata küsmezler:

“Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hûda’dan,
Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;” (s. 190)
“Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan;
Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.”
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.” (s. 485)
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (s. 428)

Allah’a iman edip güvenme ve tevekkül gibi hususları kapsar. Âkif, insanın gayret ve
çalışma ile bu dünyadaki pek çok güçlüğü ve engeli aşabileceğine inanır. Ne var ki,
insan iradesine önem veren Âkif, çalışmanın ve kararlılıkla mücadele etmenin çok
önemli olduğunu ancak yeterli olmadığını, ümitsizliğe düşmemek ve başarıya ulaşmak
için sebeplerin tükendiği yerde Allah’ın yardımının da gerekli olduğunu düşünür.

Takip Et:
1971’de Sivas’ta dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini Sivas’ta tamamladı. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde lisans eğitimini tamamladı. “Eğitim Yönetimi ve Denetimi” dalında yüksek lisans yaptı. 1996 yılında İstanbul’da öğretmenliğe başladı. İstanbul’un çeşitli liselerinde yıllarca, severek öğretmenlik yaptı. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti “2010 Okullarda” projesinin edebiyat il koordinatörlüğünü yaptı. Engelsiz Eğitim, Her Okula Bir Yazar, Benimle Benim için Oku Anne, Gezgin Kitap gibi fonlu ve fonsuz birçok eğitim projesinin koordinatörlüğünü yürüttü. Erdoğan, deneme ve şiir türlerinde yapılan çeşitli yarışmalara katıldı ve bu yarışmalardaki başarısını ödüllerle taçlandırdı. Öğretmenlik mesleğinin yanı sıra okullarda ve çeşitli sivil toplum örgütlerinde, “Gençlerle İletişim, Etkili Sınıf Yönetimi, Eğitim Yöntemleri, Öğretmenlik Başarısı, Mehmet Akif ve Asımın Nesli, Akif’in Öğretmenlere ve Eğitime Yaklaşımı, Milli Mücadele ve Akif…” konularında çeşitli konferanslar verdi, sempozyumlarda tebliğler sundu, ulusal ve yerel basında makaleler yayımladı.Yayımlanmış Eserleri:Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin (Roman, 2009)Abide Şahsiyet Mehmet Akif Ersoy (Roman, 2010)Akif’ten Gençliğe (Deneme, 2016)Şiirlerle Çanakkale (Deneme, şiir, 2018)