Hayat!
Ne denli sürprizler ve ibretlerle dolusun.
Bazen torbanın içinden birden öyle bir şey çıkarıveriyorsun ki mutluluktan uçuruyorsun.
Bazen de hiç beklenmeyen bir gerçekle çıkıyorsun önümüze, durduruyorsun bizi adeta. Düşündürüyorsun…
Hiç beklenmeyen bir anda, hiç beklenmeyen birisiyle,
belki de, belki de hiç beklenmeyen bir şekilde.
Aksi halde hiç düşünmezdik belki de…
“Seni düşünmemizi istiyorsun.”
Hayat!
Okşuyorsun…
Hem de şefkatle okşuyorsun.
Bazen anne ve babalarımızın elleriyle okşuyorsun
Bazen de önümüze serdiğin nimetlerin çeşitleriyle ve güzellikleriyle.
Bizi hiç ihmal etmiyorsun.
Verdikçe cömertliğinle okşuyorsun, sevdikçe sevdirdiklerinle okşuyorsun.
Her ihtiyaç duyduğumuz anda, her sıkıştığımız yerde,
her çaresizliğimizi ve zayıflığımızı anladığımızda…
Şımarıklık ve avarelik yerine sevgi ve vefa istiyorsun.
“Seni hissetmemizi istiyorsun”
Hayat!
Öğretiyorsun…
Sadece kimlik bilgilerinden ibaret olmadığımızı, sadece nefes almak, yemek, içmek, uyumak ve eğlenmekten ibaret bir varlık olmadığımızı öğretiyorsun.
Hayatta olmakla mekanik olmanın, hayatta olmakla paralı olmanın,
hayatta olmakla sahip olmanın, hayatta olmakla şöhret olmanın,
hayatta olmakla yapmacık ve sahte olmanın çok farklı şeyler olduğunu öğretiyorsun.
Ama sadece öğrenmek isteyene, samimi olana, yüreğini açana,
seni bir mektep, bir ders, bir imtihan gibi görebilene öğretiyorsun.
Nefsimizde, görüp yaşadıklarımızda, tadıp dokunduklarımızda, her bir şeyde, her bir hadisede:
“Seni okumamızı istiyorsun”
Hayat!
Pişiriyorsun…
Verilenleri yavaş yavaş aldığında, bitmeyecek zannedilenleri bitirdiğinde,
hastalık, bela ve musibetlerle karşılaştırdığında,
“bizim” diye kavga edip canımızı verdiklerimizin, “her şey olmadığını”
çok derinden hissettiriyorsun.
Çok güçlüyken, gençken, sağlıklıyken, sevdiklerimizle beraberken,
varlıklıyken anlayamadıklarımızı; zayıflatarak, bir mikroba, bir kansere mağlup ederek,
belki de yeri gelince bir parça kuru ekmeğe muhtaç ederek, iftiraya uğratarak, korkutarak, düşmanlarımızı çoğaltarak, ihtiyarlatarak, sevdiklerimizi bizden alarak anlatıyorsun. Anlamakta güçlük çektiğimiz veya anlamak istemediklerimizi öyle güzel anlatıyorsun ki
çirkin gibi görünenler bile güzelleşiyor dolayısıyla…
Evet yanmadan pişmek mümkün olmuyor.
Öylesine hamız ki şu fani dünyada…
Her yanlışımızda, her aldanışımızda, her düştüğümüzde, her kaybettiğimizde pişiriyorsun.
“Bizim pişmemizi istiyorsun”
Hayat!
Rengarenksin.
Her güzel rengin ve her güzel ismin tonlarını ve manasını gönlünde taşıyorsun.
Bazen yağmur gibi ıslatıyorsun…
Bazen güneş gibi aydınlatıyor, bazen yıldızlar gibi haşmetle parlıyorsun.
Bazen gece kadar haşyetle
bazen de bir gül goncası letafeti ve muhabbetiyle sarıyorsun ruhumuzu.
Bazen fırtınalı bir denizin Celalli dalgaları gibi gönüllerimizin sahillerine çarparken
bazen de bir kelebeğin nazlı ve niyazlı uçuşu gibi bir uğur böceğinin,
şefkatini haber veren salınışı gibi duygularımızı teskin ediyorsun.
Bir çekirgenin ruha sükun veren tarifsiz lezzeti gibi benliğimizde seni zikretmemizi istiyorsun.
Maviden yeşile, beyazdan eflatuna, her isminle ve her tonunla güzelsin.
Acıdan tatlıya, hüzünden huzura, sevinçten sabra her şeyinle hoşsun, her şeyinle muhteşemsin.
Böylece bizi renkten renge boyuyor halden hale sokuyorsun.
Her vurduğun renkte, her boyadığın tonda ve her halükarda;
“Seni tanımamızı istiyorsun”
Hayat!
Adaletlisin.
Seni tanıyana da tanımayana da mühlet veriyorsun.
Kim seni nasıl görürse öyle karşılık veriyorsun. Kim ne istiyor ve arzuluyorsa onu veriyorsun. Kim nasıl bakarsa öyle görünüyorsun. Her arayana aradığının karşılığı oluyorsun.
Fırsatlar veriyor, çağrılar yapıyorsun.
Kim hangi dilden anlıyorsa onun diliyle cevap veriyorsun.
Öyle tatlısın ki seni tanıyan da seviyor tanımayan da…
Öyle gerçeksin ki seni ellerinde tuttuklarını sananlar da hissedebiliyor,
senin şefkatli ellerine tutunanlar da…
Velhasıl; muamelen, kim, sana nasıl yaklaşıyorsa, aynen öyle.
İyiye iyi, kötüye kötü…
Şefkatle muamele ettiğine inanana şefkatle,
acımasızca muameleye maruz kaldığına inanana acımasızca.
Dedik ya kim nasıl bakarsa öyle görünüyorsun.
Dolayısıyla problem sende değil sana bakanların bakışlarında, nasıl baktıklarında…
Yani her musibetin arkasında, her zulmün altında, her haksızlığın karşısında,
her güzelliğin ve iyi şeyin, her şefkatli rahmetin içinde senin “adaletin” var.
Bu yüzden her hükmümüzde, her hareketimizde, her işimizde;
“Adaletli olmamızı istiyorsun”
Ey atom altı parçacıklardan alp dağlarına,
galaksilerden insan kalbinin derinliklerine varıncaya dek her şeyi kuşatan güzel!
Seni işitmemizi, anlamamızı istiyorsun.
Seni bilmemizi, tanımamızı istiyorsun.
Seni sevmemizi ve kendimizi sana sevdirmemizi istiyorsun
Seni iliklerimizde, seni zerrelerimizde hissedelim istiyorsun.
Eşya ve mahluk, alem ve her şey “sana muhabbetle ve senin muhabbetinle” hayat bulmuş.
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Adaletlilerin en adaletlisi!
Şüphesiz ki sen hayatsın.
Hayat sensin.