Artık uyandığımda sabah olup olmadığını anlayamıyorum. Uyumadan önce acaba güneş doğacak mı diye düşünüp duruyorum. Bugün gözlerimi açtığımda kırmızılı turunculu bir ışık beni selamladı. Sesini duyduktan sonra aynı şekilde sevinemedim bile. Bu ses benim ve benim gibiler için bir son veya yeni bir kabus. Ben, tanımadığı insanlar dışında kimsesi olamayan bir hayalperesttim.
Bazen uzaklardaki tanımadığım insanların yaşamını bazen de gökyüzüne çıkmayı hayal ederim. Emin olduğum tek şey hayal etmek için gözlerimi kapatmama gerek yok. Galiba bu sadece burada geçerli oluyor. Her köşesi karanlık olan güneşi göremeyen burada.
Geçenlerde bir abiye rastladım. Elleri domates sosuna bulaşmıştı, herhalde karnındaki fareler sabredemedi. Acaba annesi kızmış mıdır? Benim annem olsa koşa koşa yanıma gelir elbisemi süt gibi beyazlatmadan bırakmazdı. Kardeşlerim şu sıralar yanımda değiller, galiba bana küsmüşler. Uzun süredir ortada yoklar. En son hatırladığımda küçük kardeşimin dondurmasını almıştım. Dondurma elimdeyken gökyüzüne çıkmayı hayal ediyordum.
Gökyüzünden gelen alev topu bugünkü davetsiz misafirimizdi. Bu misafirler buralardaki evleri çok beğenmiş. Annem de diğerleri gibi bizim evimizi onlara verdi ama hâlâ evin altında kalan toprak bize ait. Buralardaki toprakların hepsi bizim, hepimizin. Hatta annemler toprağın altında yaşamaya başladılar. Ben orda sıkılırım diye gitmedim. Gerçi burada da yapacak tek şey gelen misafirleri saymak.
Bazen onları ziyarete gidiyorum. Amcam ortadan kaybolmadan önce annen artık burada demişti, yerini biliyorum. Annem yakınlara biraz domates sosu bırakıyor. Herhâlde oradan verebileceği tek şey domates sosu. Yoksa annem beni hiç aç bırakır mı? Elime yüzüme bulaştırıyorum. Yağmur yağarsa geçiyor, yağmur yoksa hiç…
Annem de galiba kardeşlerim gibi bana küsmüş. Kendimi affettirmenin bir yolunu bulmalıyım. Önce kulağımdan gelen domates sosunu nasıl durduracağımı bulmam gerek.
Bu kadar domates sosu fazla değil mi? Bunun için tabii ki canım doktoruma gideceğim. Ben artık büyüdüm, yolu biliyordum ama gittiğimde doktorumun binası orda değildi. Galiba gökyüzünden gelen misafirler burayı da çok sevmiş. E böyle olur mu, misafir misafirliğini bilmeli tıpkı insanın insanlığını bildiği gibi. Yapacak bir şeyim yok. Saat başı çığlıklar eşliğinde etrafa saçılan kumaş parçalarından bir tanesini alıp kulağıma sıkıştırdım, diğerini ise kulağımdaki çıkmasın diye kafama doladım. Böyle olunca seslenenleri duyamıyordum, biraz da göremiyordum. Ki zaten pek de gerek yok. Tek gözümle bile baksam iki gözüyle gerçekleri görmeyenlerden daha iyiyim. Çünkü ben insanım. Ailesine ihtiyacı olan bir çocuk… Önceden okulu bırakıp parka giderdim. Keşke şimdi de bırakabilecek bir okulum bir parkım olsa. Yağmur yağdığında dışarı çıkmayı çok isterdim. Artık ne çıkabilecek bir dışarısı ne de yuva diyebileceğim bir yer var.