Mısır çarsısının içinde keyfe keder yürüyordum. Envai çeşit baharatlar, kuruyemişler, şekerlemeler… İnsanın içi bir hoş oluyor. Biraz akide şekeri mi alsam? Hem dedeme götürürüm, bu aralar pek keyfi yok, sevinir. Çalan telefonun sesi ile irkildim. Teyzem arıyor, hayırdır inşallah? “Teyzem, neredeysen çabuk gel. Deden pek iyi değil.”
Kapı kirişine çakılı çivideki tespihi, dış kapının orada sessiz ve sadık bir asker gibi bekleyen bastonu, eski ama çalışmaktan yorulmayan radyosu, takkeleri, bilhassa yeşil renkli olanı, yüzünden eksik olmayan tebessümü ile kendi halinde yaşayan bir Rumeli ihtiyarıydı dedem.
Çocuktan, torundan, akrabadan hatta komşudan yana eksiği yoktu. Herkes sever, sayardı. Emekliydi, iyi kötü başını sokacağı küçük bir evcağız yapmıştı. Her şeyi tamam gözükse bile çok önemli bir eksiği vardı: Hafsa’sı…
Hafsa; eşi, sevdiceği, can yoldaşı, bizim anneannemizdi. Aslında ismi Hafize’ydi ama Rumeli şivesinde Hafsa’ya dönüşüvermiş, öyle de gidivermiştir. Anneannem sağlık sebeplerinden dünyaya erken veda etmişti. Dedem bunun üzerine yaklaşık otuz yıl civarı yalnız yaşamasına rağmen bir gün dahi halinden şikâyet etmedi; seni evlendirelim, diyenleri hep reddetti.
Dedemin tespihten anahtarlıklara, envaı çeşit incik boncuktan el yapımı çakılara kadar pek çok eşya bulunan evinde bir tek şey olmazdı: Anneannemin fotoğrafları. Anneannemin ne kadar fotoğrafı varsa annemler ve teyzemler tarafından özenle kaldırılır, hatta saklanırdı. Anneannemin fotoğrafından bahsetmek bir nevi tabuydu. Bu duruma anlam veremez, annemlerin duygusallığına yorardım. Ta ki o güne kadar…
Dedemle evde kaldığımız bir gün, dedem uğraşmak için bir şeyler arıyordu. Dolaplara, çekmecelere bakmaya başladı. Karıştırırken anneannemin fotoğrafını buldu. Elinde resim çerçevesi ile camın yanındaki koltuğuna kadar geldi, oturdu. Önce uzun uzun baktı, sustu. Sonra eliyle usul usul anneannemin fotoğrafını, fotoğraftaki yüzünü sevdi, sevdi, sevdi. Dakikalarca parmak uçlarını resmin üstünde narince gezdirdi. Yanakları kızardı, kızaran yanaklara gözyaşları düştü. Eski adamdı, ağlamayı tam bilmezdi. Öyle sessizce bir kaç damla gözyaşı dökebilirdi. Teyzem eve girip o hali görünce hemen dedemin elinden fotoğrafı aldı. Benim şaşırdığımı görünce “Sonra fenalaşıyor, hasta oluyor be teyzem!” dedi.
Fakat mevzu sadece resimle sınırlı değildi ki… Bayramlarda, kandillerde çok isterdi; kıramaz, anneannemin mezarına götürürdük. Mezarın kenarına oturur gene sessizce kimseyle konuşmadan mezar taşını eliyle sever, okşardı. Rumeli’den Türkiye’ye geldiklerinde ilk yerleştikleri evi görmek istemişti, götürdük. Ev viraneye dönmüştü. Dedem evin o haline hiç aldırmadan bahçedeki kuyuya doğru yürüdü, kuyunun ağzına oturdu, bu sefer kuyunun taşlarını sevmeye başlamıştı. “Hafsa’yla beraber örmüştük.” dedi.
Günler böyle geçip giderken dedemin evi eskimiş, bakım ister hâle gelmişti. Annemler tadilat yapmaya karar verdiler. Tadilat başladı lakin dedemin huysuzluğu günden güne artmış, vara yoğa kızar hale gelmişti. Oysa kaş çatmak, ses yükseltmek dedemin hiç huyu değildi. Derviş gibi bir insandı.
Bahçede eski bir lavabo vardı, sökülüp, atılacak, yenisi takılacak. Dedem parladı: “Attırmam ben onu!” Ustalar, teyzemler sakinleştirmeye, ikna etmeye çalışıyorlar ama nafile. Dedem baskın geldi. Annemler, dedem sakinleşene kadar lavaboyu bahçede bir kenara koymamı söylediler. Lavaboyu kucakladım, bahçenin kenarına koydum.
Ustalar öğle arası verip yemeğe oturdular. Dedem bahçeye geçti. Yalnız kalmasın diye yanına gittim. Baktım, bahçe taşının kenarına oturmuş, elinde bastonu hem lavaboya hem bahçeye bakınıp düşünüyordu. Canı sıkılmasın diye muhabbete başladım:
— Hayırdır dede, ne yapıyorsun burada tek başına?
— Ne yapayım be evlat, bekliyorum.
— Neyi bekliyorsun dede?
— Vaktimin gelmesini…
— Aman dede, Allah ömür versin. Görecek günler var daha. Bak hem ev de yenileniyor. Ne güzel oluyor.
— Yenileniyor yenilenmesine fakat anılar gidiyor evlat. Aha şu lavabo taşı, Hafsa’yla beraber alıp takmıştık oraya…
— Çok mu seviyordun anneannemi be dede?
— Eh be evlat, biz Hafsa’yla varlığı da yokluğu da beraber görmüşüz. Memleketi bırakmak bir yandan muhacirlik bir yandan tüm sıkıntıları beraber çekmişiz. Dört çocuk da verdi bana. Nasıl sevmem more! Erken gitti işte…
Karşımda çok derin, çok içli bir sevgi vardı. Sustum, söyleyecek söz bulamadım.



