İnsan doğduğu andan itibaren bir yolculuk içindedir. Hatta doğmak bile bir yolculuğun parçasıdır. Bu yolculukta geriye dönmek söz konusu değildir, geriye dönüş düşüştür. Üstelik düşmek çok kolaydır, yalnız kör olan için. Zira üzerlerinde yıldızların ışığı parlayan levhalar yukarı çıkmak için birer işarettir. Gelin görün ki bu maratonun çamurlu yollarında habis şeyler içinde yüzenler ya da kuyu dibine girenler ışığı fark edemezler. Üstelik ışıklı levhaları gösterenlere inanmazlar. Onlar mağaralara saklanmış karanlık canavarlarıdır.
Zihinleri örümcek ağlarıyla kaplı, dilleri çıngıraklı yılan yapılı kişilerdir onlar. Zihinlerindeki ağ ile masum, tertemiz ve güzel yaratılışlı kelebekleri yakalarlar. O güzel kelebekler aşk için yanmak yerine yapışkan ağda yem olmaya mecbur olurlar. Kelebekler o örümcek ağlı zihinlerden çıkan fikirlere yaklaştıklarında kurtulamaz, esir olurlar. Belki can havliyle biraz çırpınırlar fakat neye yarar. Bir süre sonra esareti kabul ederler. Önce çiçeklere konmaya yarayan ayakları; kökü olmayan, hiçbir yere bağlanmamış ama herkesi kendine bağlayan ağlara takılır sonra aşka uçmaya yarayan o muhteşem kanatları çürür. Ama en kötüsü o güzel kelebek; avcısı, katili, düşmanı olan örümceğe aşık olur. Kendinde var olan güzelliğin, varlığından habersiz bir şekilde örümceğe hayran olur. Örümceğin, kendi ördüğü ağda yürümesi kelebeği çok etkiler, kanatlarının kıymetini unutur “keşke ben de örümcek gibi olsaydım. Bu kanatlar yerine simsiyah bacaklara sahip olsaydım” der. Kuru bir taklitçiliğe başlar. Kendisini yemeye gelen örümcek gibi yürümeye çalışır. Fakat yürüdükçe ağlara daha fazla kısılır. Neredeyse hareket edemez hale gelir ve kanatlarına söver. Örümcek gibi olmaya çalışmanın ona zarardan başka bir şey kazandırmadığını anlayamaz. Kanatlarının bir işe yaramadığını düşünür, kanatlarından nefret eder. Oysa bilmez ki o kanatlarla örümcekten daha değerli hale geliyor, her bir kanat çırpış ona ayrı bir değer katıyor.
Heyhat! Kelebek ağlar içinde sıkışmış, kendinden bihaber. Çırpındıkça esareti artıyor. Hayran olduğu örümcek birazdan onu yiyecek. Gökten gelen berrak bir su onu kurtarmazsa tabi. Umudumuz odur ki; kelebekler örümceklerin esaretinden kurtulsunlar. Açsınlar kanatlarını semalara, konsunlar güzel kokulu papatyalara. Ulaşsınlar güllere, çiçeklere. Her uçuşlarıyla sevk etsinler güzelliğe.
O çıngıraklı yılan dillilere gelince; onlar sesleriyle büyülerler. Bembeyaz tavşanları sözleriyle kendilerine çeker, konuşmalarıyla cezbederler. Yanlış anlamayın! Onların sözleri ya da kelimeleri güzel değildir. Büyülüdür. Bu yüzden avlarlar tavşanları. Çıkardıkları sesle kalbe narkoz verirler. Öyle yüksek çıkar ki sesleri; ruhun haykırışı, vicdanın sızlayışı duyulmaz, kalbin şiiri anlaşılmaz. Ve beyaz tavşan yem olur o zehir yüklü yılana. Şayet parlayan şimşek yılanın sesini bastırıp haykırmazsa. Çünkü gökgürültüsü yani göklerin sesi, yemini, fark ettirir kişiye kendini. Fakat her kişiye değil. Beyaz tavşan anlar gök gürültüsünden ama yılan dilli canavar anlamaz.
O, ne şimşeğin ışığını görür ne yıldızı… Ne gök gürültüsünü duyar ne de vicdanının sesini… Onlar, hakikati duyunca kendi deliklerine saklanır, ışığı göremeyen kör köstebeğin yanına konuşlanırlar. Toprağın içine girerler fakat meyve veremezler. Zira çürümüştür tohumları, özleri. Onlar yer altında ezilirken güneşi idrak edemezler. Gözlerini karanlıkla doldururlar. Ve gözlerini karanlıkla dolduranlar, ışığa çıktıklarında güneşe küfrederler. Zira güneşle savaşamazlar, yalnızca güneşe kendi ayaklarındaki çamuru atarak karanlığı hakim kılmaya azmederler. Güneşi asla söndüremezler. Yalnızca fırlattıkları çamurlar kendilerinin ve yakınlarında bulunanların gözlerine yapışır. Kirpiklerinin ucunda kapkara bir perde meydana gelir; güneşi, ışığı, hakikati gizleyen kapkara bir perde… Ancak her bir kabarcığı güneşin aksini taşıyan pak ve berrak su imdada yetişip gözler üstünde birikmiş balçıkları temizlerse kafasını kaldırma zahmetinde bulunan her insan güneşi fark edecektir.
Güneşi fark eden, görenler güneşe aşık olurlar ve ışık toplarlar kendilerine. Ziyadan kanat yapar, güneşe göç ederler. Sonra yanan kelebeklerin ulaştığı aleme ulaşırlar; kayıp kelebekler ülkesine. Dökülen yapraklar, çiçekler ülkesine… Onlar için dünya sürgünü daha dünyadayken biter. Hakikat medeniyetinin başkenti o an görünür, beşer eşref-i mahlukat olur ve bir armağanın ağırlığıyla sırtlanır ezeli ödevi. Tıpkı İbrahim (as) gibi. Hür zihinler “Ben batanları sevmem!” diye haykırır. O an yeni bir devrim başlar. Fikirler kalp güneşine, doktrinler hakikat güneşine, insanlık medeniyet güneşine, beşer insaniyet güneşine ve batmaya mahkum bütün güneşler asla batmayacak olan İslam güneşine doğru göç ederler. Yıldırım yol olur, yıldızlar köprü, rüzgar muştu, yağmur rahmet, göç hicret…