Sözlükler bir milletin kafa kâğıdı yani kimliği gibidir. Sözlüğünüzün gücü milletinizin anlayış, kavrayış ve dil ömrünü belirleyen en önemli değerdir. Onun için her bir kelimeye tarihi seyir içerisinde çıkış, izlediği yol ve kazandığı anlam derinlikleri bakımından özenle eğilmek gerekir. “Olmak” fiili, TDK sözlüğünde çeşitli ekler ve kullanımlarla yirmi beş farklı anlamda kullanılmıştır. “Ol-“ fiilinin olgunlaşma anlamında kullanımı da vardır. “Kal” kelimesi ise TDK sözlüğünde “söz söyleme” olarak anlamlandırılmış ancak Anadolu’nun birçok yerinde “olgunlaşmamış meyve” için de kullanılmaktadır.
Kitabi sözlükler ve bölgesel ifadelerden bahsetmemizin en mühim sebebi bu kullanımların Mevlana vb. değerli düşünürlerimizin yaşadığı dönemde de benzer şekilde kullanıldığını düşünmemizden kaynaklanıyor. Meyvenin olgunlaşmasını anlatırken “olmuş”, aksi durumu ifade ederken “kal” denir. Bunun hamlık ya da kallık olarak kullanıldığını işitmemiz de mümkündür. Varoluştan sonra olgunlaşarak kendisinden beklenen durumu kazanmasına, yani gerçek oluşa işaret etmek için ‘’ Olmak ‘’, gelişmeden olduğu gibi kaldığını belirtmek için ise ‘’ kal ‘’ ifadesi kullanılır.
Dergâhlar, sadece Mevlevi dergâhı değil; hemen tamamının gayesi varlık âlemine gelmiş olan her bir insanı, mümini geldiği halinde bırakmamaktır. Onu oldurmak için çeşitli eğitimler verir. Tesbihâtı bilinen tekkenin tembihatı ihmal edildiği de olmuş. Tenbihat ise aslında tekkelerin hizmetlerindeki en önemli ayağını teşkil etmektedir.
Gelelim ‘’ Ne olursan ol gel ‘’ davetinin dış cazibesine rağmen ne tür çile kapılarından geçmeyi gerekli kılacağına. Yunus’un “Bu kapıya eğri odun yaraşmaz”, dediği tekkelerin -hususiyetle Mevlana Celaleddin dergâhının- sadece vird ile tespihle devran ettiğini düşünmek en hafifinden cehalettir.
Merkeze alınan ilim faaliyetlerinin elbette ve en başını İslami İlimler çekmekteydi. Ancak babası Bahaüddin Veled başta olmak üzere her bir dergâh mensubunun ilimle iştigal ettiği tarihçe bilinen bir hakikattir. Ancak ilmin de bir sınırı vardı. İnsan sonsuzluk özlemiyle donatılı yaratılmış bir varlıkken elinde kendini sonsuz ilmi, kudreti ve hikmeti ile kullarına tanıtan bir Rabbin kitabını tutanların sınırlı olmaya, kalmaya tahammülleri olabilir miydi? Elbette insanî, akli ilmin yanı başında durmakta olan fıtratın sınırları zorlayan meziyetlerini doyuracak, kalbin ihtiyacına cevap verecek bir alan olan hikmet ve irfanın en uzak hedeflerine ulaşma azim ve kararlılığını ortaya koymaya kendilerini mecbur hissedeceklerdi.
“İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak”
Fuzulî’nin bu dörtlüğünde ilmi hafifseyen değil; bilakis aşkın karşısında ilmin ilerleyeceği boyutun en fazla maddi bir takım gelişmeler olacağını; ancak insan için asıl gelişmenin, olgunlaşmanın ilimle değil; bunların yanında aşkla olacağını ifadedir. Gel ne olursan ol gel, dediği insan; astronomiden cebire, felsefeden kimyaya, nahivden belagate birçok ilmin yanında manevi terbiye okulları olan medreselerde ikamet eden bu ilim ve hal ehli ile birliktelik neticesinde elbette gerçekten olmanın hazzına ulaşacak ve hakikaten var olacaktır. Tekke ve dergâhların ellerine aldıkları dervişleri; ilmî ödevler, bir ibadet vazifesi olarak tesbihatlar; Mevlana’ları, Tapduk Emre’leri öyle bir mertebeye taşır ki bu ruhları makam ve servetler asla tatmin etmez.
Tek çare ‘’ Aşk ‘’ tır orada. Sonsuzluk aşığı ruhu ilmin en ileri noktasında doyuracak tek ve en büyük şey Aşk-ı İlahi Kevser’inden kana kana içmek olacaktır. Gel elbette gel ama geldiğin gibi kalma. Kal olma. Kal ehli olma. Ham olma sadece konuşan kal ehli de olma. Öğrendiğini hayatına uygulamadıktan sonra ilim tahsilinin manası ne ki? İşte gel ve al, “Hamdım piştim yandım” diyen Mevlana gibi sen de hamlığını terk et. Kendini aşk ateşinde pişir. Ama öyle bir hal olur ki o aşkın ateşin doyamazsın, dayanamazsın yanarsın da. Bu yol ona da razı olma yoludur. Rızanla gel, razı olunca razı olunursun gel demektir.
Sultan’ul Ulema, Büyük Selçuklunun Sultanı tarafından Konya’ya davet edilmeyi hak edecek kadar ilim deryası… Oğlu Mevlana, tüm dünyanın kıskanacağı kadar gönüller sultanı… Dünyada saltanat isteyen Ukbâ’nın saltanatına göz dikmeli. Dikmeli ki; o her iki cihanın saltanatını da ikram ediversin insana. İster ilimle, ister hikmetle ama hep aşkla… Mevlana Celaleddin-i Rumi hikmet pınarından doyasıya içmiş, ilminin neticesi vaazlar verirken Şems-i Tebrizi ile gönülleri kesişince aşka düçâr olmuş. İlm-ullahı babasından Aşk’ullahı hocasından alarak cihanın merkezini ayağının altında tutup deveran etmiştir. Ayağın bir sabit yetmiş iki milleti o sabit noktaya davet etmiştir.
Aşk, ortak kabul etmez; biriciktir. Tüm ruhu kuşatır. Aşığın açlığı aşkadır, susuzluğu aşk giderir.
Tevhit, biricik olana en büyük bir samimiyet ve sadakatle bağlanmaktır. Dünya işini de, ilmini de tüm eylemlerini de sadece onun için yapar. Cehaletin, küfrün boğduğu ruhları bu iman aşkıyla yüceltmek gayesinden daha büyük bir gaye olabilir mi? İlay-ı Kelimetullahı yüceltmenin en güzel yolu ona kulluğu artırmaktır. Ona olan sevgiyi, aşkı, muhabbeti çoğaltmaktır. İster keyfiyet ister kemiyet olarak olsun. Savaş mücahitlerinin cihadı meydanda olur, gönül mücahitlerinin cihadı kalplerde olur. Her şey aşkla güzel olur, tamamlanır. Her şey aşktan.
“Aşkında yok olmuşuz O’nun, ayaklarının tozuyuz,
Serâpa aşk, hep aşk, başka bir şey değiliz.”
Mevlâna