Köln’e Dair

Himmet Dağlı
Himmet Dağlı

Sabahın en erken vaktinde aracımız, Köln yoluna düştüğünde ben uykumu çoktan almış, yolculuğa hazırlanmıştım. Otobüsümüz, konakladığımız Drom Park’ın daracık asfalt yollarından Hollanda’nın yemyeşil düzlüklerini bir makas gibi ortadan ikiye biçen geniş otobanında orta hızda ilerlerken ben, Almanya’ya ilk kez ayak basacak olmanın heyecanı içerisindeydim. Ne de olsa bizim “Alamancılar’ın” yıllanmış diyarı, gurbetiydi orası. Keyifli yolculuğumuz süresince oturduğum koltuğun camlarından, dışarısını epeyce gözlemleme fırsatını bulmuştum. 

 

O ne müthiş yeşillikti ya Rabbi! Kendine has o bir karış kuru toprağa, bu kadar hasret kalabileceğimi nereden bilebilirdim ki? Gözün alabildiği her yer bu kadar mı yeşil olur, bu kadar mı atlas yorgan gibi boylu boyunca uzayıp gider? Hayretle çevreye bakarken, işte böylesine göz alıcı, yemyeşil otlaklarda insanın şöyle orta yollu bir Hollanda ineğine imrenmesi bilehiç de kusur sayılmasa gerek. 

 

Tabii bir de o yeşilliği boylu boyunca liğme liğme eden su kanallarını da unutmamalı. Her biri en az üç dört metre genişliğinde, yaklaşık altı yedi yüz metre uzunluğunda ve lisanı halleriyle çayırların üzerine gerilmiş gerdanlık misali, civarındaki türlü mahluka tablacılık ediyor mübarek. 

 

Aracımız, deniz seviyesinden sekiz on metre kadar aşağıda kalan ve yel değirmenleriyle meşhur Hollanda’dan ahaste aheste uzaklaşıyordu. Ben o yel değirmenlerini İspanyol yazar Miguel de Cervantes’in bilindik romanı Don Kişot’taki kahramanın ilan ettiği talihsiz birer düşmana benzetiyordum. Kurutulması gereken bilmem ne kadar kilometre kare bataklığı kurutmuşlardı da, şimdi böylesine köhne ıssızlığa terk edilivermişlerdi. 

 

Yaklaşık üç saatin ardından yeşilin hemen hemen tüm tonlarını gerilerde bırakarak nihayet Köln şehrine ulaşmıştık. Lâkin burada yeşilin hakim kaldığı sanılmasın sakın! Köln’ün kendine münhasır ayrı bir yeşili var. Bunu en çok da ağaçların sırtlanmış olduğu yapraklardan fark etmek pekâlâ mümkün.

 

 

 

 

Avrupa’ya mahsus olduğundan artık iyice emin olduğum o şehir içindeki dar yollardan kıvrıla kıvrıla dolaşıp nihayet hedeflediğimiz yere gelebilmiştik. 

Otobüsten ilk inenlerdendim. Başımı kaldırıp sağa sola baktığımda, yapımı yaklaşık altı yüz otuz iki yıl sürmüş olduğunu öğrendiğim katedralin hemen yanı başına geldiğimizi fark etmiştim. İnsan sabrının ve emeğinin ne denli kıymete değer ve takdire şâyan olduğunu anlamak için yüzlerce esere bakmaya ne hâcet? Devasa iki kulenin sadece ön yüzünü hakkınca seyre dalmak bile en usta sanat tarihçilerinin kaç gününü alır acaba? Girift taşların istiflenmesiyle yükseldikçe yükselen bu yapının hemen önünde, insanoğlunun kendi mutlak âcizliğini yine kendisinin böyle fütursuzca ortaya koyması ne tuhaf değil mi? Bu türden şaheserlere bakıp gurur mu duymalı insan, yoksa aynı nispette küçüklüğüne mi yanmalı, bilemiyorum doğrusu! Dom Meydanı dedikleri bu mekânlar, elbette her bir Avrupa şehrinin tam ortası sayılsa gerek. Bizim “ulu cami” dediğimize ecnebiler “dom kilisesi” diyorlar vesselam! Güzide şehirlerimizin meydanlarında birer gerdanlık gibi beldelerimizi süsleyen ve yüzyılların gizli tanıkları olan ulu camilerimiz gibi bu dom kiliseleri de diyar-ı gurbetin en hatırı sayılır yerlerinde muhkem birer kale misali öylece, yüzyıllara meydan okurcasına sapasağlam, dimdik selamlıyor kendisine bakanları. 

Bilmem kaç dakikanın ardından kendimi içeri zorla attığımı hatırlıyorum da, bu kararımdan hiç pişman olmadığımı içeride anlamıştım. Böyle görkemli yapının içerisinin de başka türlü olmasını beklemek, en ucuz tabirle, safdillik olurdu herhalde? Yükseğin de çok yükseğine sahip tavanlar, kilisenin daha da gerilere boylu boyunca uzanıp gidiyor olduğu gerçeğini haykırıyordu sanki. Bu yüksek tavanı tutan sıra sıra sütunların heybeti de en az, göze çarpan diğer metalar kadar albeniliydi. Ya duvarlarındaki o baştan aşağı, aşağıdan yukarı giden rengârenk camlar? Hristiyanlığa ait birtakım görseller, bu saydam ve renkli camların her bir yerine titizlikle serpiştirilmişti. Gözlerimi yine tam ortaya, ibadet için gelen insanların oturdukları ahşap oturaklara dikmiştim. Oturaklar, bulunduğum arkalardan önlere doğru uzadıkça uzuyor, sonra nerede bittiği kestirilemeyecek hâle geliyordu. Uzakta bir yerde bittiğini ise daha ileride, ayin töreninin tertip edildiği yüksekçe sekiden ve üzerindeki şamdanlı masadan anlayabiliyordum. Bu alanın tam tepesinde, üzerinde Hz. İsa’nın çakılı bulunduğu haçtan da fark edebilmek pekâlâ mümkün ki, kilisenin tam da merkezi burasıydı. Köln şehrinin bildiğim kadarıyla en büyük ve en alımlı kilisesinde dolaşırken dikkatimi çeken ilginç şey; içeride, sağda solda ufak ufak başkaca ayin alanlarının olduğuydu. Kilisenin girişinde sağda bir tane, sol tarafta bir tane tören alanı; küçük küçük ahşap sıralar ve Hz. İsa figürü… Aynı nesneleri, kilisenin diğer uçlarında da sağlı sollu görmek şaşırtıcıydı. Onları, bizim büyük saydığımız camilerimizin içerisinde, gerilerde yapılmış küçük odalara benzetmiştim. Soğuk kış günlerinde ısıtılması kolay, cami cemaatinin üşümemesi için yapılanlardan söz ediyorum.

 

Dom Kilisesi’nin duvarları da muhteşemdi doğrusu. Bunların en usta işi elden çıktığını, müşkülpesent birinin bile itiraf edeceği hakikatine, siz Sevgili Okurlarımı da lütuf saymayarak davet ederim. Rönesans’ın mı, yoksa Orta çağ sanatkârlarının işi midir bilemem o kadarını; lâkin emin olduğum bir şey varsa, o da, bu köhne renkli resimlerin enfes olduğu gerçeğiydi. Bu resimleri tarif etmeye şimdilik benim sanatım elvermese de, size aynı nispette nitelikli ahşap oymalardan bahis açabilirim pekâlâ. Kahverenginin vernikli parlak tonlarını birer elbise gibi üzerine çoktan giyinmiş bu tahta parçalarının nasıl da verimli topraklardan sökülüp burada, kilisenin en gözde yerlerinde dudak ısırıcı nitelikte sizlere göz kırpıyor oluşunu hayretle seyre dalmak, beni mazur görün, en zevksiz adamı bile sanata doyurmaya yetse gerekir. Bal mumu sandığım fakat sonradan zihnime uçuşan hakikatlerin tesiriyle onların birer parlak mermer olduklarına kanaat getirdiğim Hz. Meryem’in, oğlu çocuk İsa’yı kollarında tutuş figürünü, Hz. İsa’nın çarmıhtan alınıp kefenleniş sahnesini ve ona ağıt yakan diğerlerini, daha pek çoğunu seyretmek imkânım oldu. 

En çok da, bir ibadethanede bu kadar resim ve heykelin nasıl bulunuyor olduğu gerçeğini kavramak, Hristiyanlarla biz Müslümanların dine bakış açılarımızdaki farklılığın ne denli tezat olduğu hakikatini idrak etmek benim nâmıma epey şaşırtıcıydı. İçeride ne vakte kadar oyalandım, onu o zaman da kestirmem mümkün görünmemişti, şimdi de görünmüyor; fakat dışarı çıktığımda, arkama dönüp bu koskoca yapıya bir kez daha değil, epeyce bir bakmak gelmişti içimden. 

 

Öyle de yaptım zaten! Sonra mı? Sonrasında az ileride, sağda kalan ana caddede gözüme çarpan sokaklardan birine girip gözlerden kaybolmayı, hediyelik eşyalardan en makul olanlarını seçerek eurolarımın el verdiğince onlardan birkaçını yanımda götürmeyi arzulamıştım. 

 

Arzum gerçekleşti mi, gerçekleşti elbette; lâkin elimi kolumu sallaya sallaya girdiğim bu hediyelik eşya satan dükkanlardan çıkarken güç yetiremediğim tek şey ise vitrinleri pasta, çikolata ve çöreklerle süslü dükkanlara giremeyişimdi. 

 

Bilirsiniz işte… Her türlü hınzırca düşüncelerden ırağızdır bizler!..



Himmet Dağlı, Deneme, Edebiyat, Roman kategorilerinde eserler yazmış bir yazardır.Başlıca kitapları alfabetik sırayla; Yağmuru Beklerken, Çeşm-i Giryan Çeşminaz Üdebai Çaresaz olarak sayılabilir.