ÖZET
Divan şiirinde koku, üzerinde pek fazla çalışılmamış konulardandır. Böyle olmakla birlikte kokunun Divan edebiyatındaki yeri yadsınamayacak kadar mühimdir. Beş duyudan biri olan, hafıza ve lezzetle doğrudan münasebet kuran, bizi etrafımızdaki tehlikelere karşı daima tetikte tutan koku duyusu şiirlerde bilhassa güzel (pozitif) kokuları algılama yönüyle ele alınmıştır. 18. yüzyılın en dışa dönük şairi, Lâle Devri’nin en nadide ismi olan Nedim adeta bir koku cennetinde yaşamış ve bu cenneti divanına taşımıştır.
Anahtar Kelimeler: Koku, Klasik Türk Şiiri, Nedim, Divan, Lâle Devri.
Giriş
“Nesnelerden yayılan küçücük zerrelerin burun zarı üzerindeki özel sinirlerde uyandırdığı duygu” (TDK, 1988) olarak tanımlanan kokunun insan yaşamındaki önemi sanıldığından çok daha fazladır. Farkında olalım ya da olmayalım etrafa yayılan bir koku çemberi içinde yaşıyoruz. Bu çember tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi insanlar için de hayatiyet arz ediyor. Görme, işitme hatta dokunma duyusundan önce, canlıların etraflarındaki kimyasallara tepki verebilmesi için koku alma duyusu gelişmiştir. Dünyayla ilk bağımız koku duyusuyla kurulur. Bir bebek dünyaya geldiğinde annesini kokusundan tanır, yabancısı olduğu bir yerde ona sığınır çünkü diğer kokular onun tanımadığı kokulardır ve bebek bu kokulara karşı temkinli yaklaşır. Zira koku negatif uyaran olarak kullanılır aslında ve koku duyusu tehlikeli durumlara karşı bizi daima tetikte tutar.
Bir uyaran, bir yaşamsal gösterge olan koku alma duyusu beynimizin duygu, hafıza ve yaratıcılığı etkileyen kısmında yer alır ve diğer dört duyumuzun tersine beynimiz üzerinden gerçekleşir. Yani koku hariç bütün diğer duyulardan gelen uyarılar bilişsel, rasyonel ve mantıklı bir süzgeçten geçip limbik sisteme yönlenirken koku duyusunda farklı olarak herhangi bir filtrelemeden geçmeden doğruca limbik sistemimizin içinde işlenir. Bu sebeple “koku duyusunun derin duygu durumlarını harekete geçiren, ince ve eski hatıraları uyaran hazzı ve hırsı artıran karşı konulmaz ve kesin bir etkisi vardır üzerimizde” (Demirci, 7).
Koku tüm bu özelliklerinin yanı sıra bir kültürel değerdir. Kokulara verdiğimiz pek de iradi olmayan tepkilerimizin bir kısmı evrensel boyutta olsa da geneli zaman içinde öğrenilen tepkilerdir. Bir kokunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu yargısı toplumsal ve bireysel kabule hatta bireyin içinde bulunduğu ruhi duruma göre değişir. Kültürlerin, toplumların hafızasında önemli yeri olan kokular, kullanıldıkları alana göre sevilen ve sevilmeyen koku olarak algılanabilir. Kokunun kültürel ve tarihi seyrine bakıldığında insanlar üzerinde sevilen (pozitif) kokuların sevilmeyen (negatif) kokulara kıyasla daha etkili ve kalıcı olduğunu görürüz.
Koku kültürünün tarihi gerek dünyada gerekse Türkiye’de kadim zamanlara dek uzanır. Eski Mısır’da kokulu ağaçlar yakılarak dini ritüellerde, cenazelerde Tanrı’ya armağan olarak sunulmuştur (.…) İbraniler, Asurlular, Babilliler, Persler ve Yunanlar Mısır parfüm sanatını devam ettiren uygarlıklar olmuşlardır. Babilliler de dini ritüellerinde kokulu bitki ve ağaçları kullanmışlardır (…) Batı Anadolu’da M.Ö. 6.yy Lidya bölgesine bakıldığında parfüm ve benzeri kozmetikler ile ilgili göz kamaştırıcı bir uygarlık kaşımıza çıkar (…) Antik Roma da parfüm kullanımında hiç geri kalmamıştır. Tütsü kullanımı oldukça yaygındır (…) Hıristiyanlar da Museviler gibi dinsel törenlerde, mekânları kokulandırma amaçlı güzel kokulara başvurmuşlardır (…) Bizans İmparatorluğunda kokulu madde kullanımı en az Roma’daki kadar fazladır (…) Araplar da parfümcülüğün gelişmesine katkı da bulunmuşlardır (…) Hz. Muhammed’in güzel kokulara düşkünlüğü, İslam dininin güzel kokuların kullanımını sünnet olarak kabul etmesi bu kokuların kullanımını artırmıştır (Diktaş, 2012:1-6).
Göçebe bir kültürden gelen Türklerin kokuyla münasebeti, hiç şüphesiz ki, en az diğer toplumlar kadar yoğundur. Orta Asya’da yaşamış Türk devletlerinin kokuyla ilgilendikleri gerek Bilge Kağan Abidesi’nde gerekse Kutadgu Bilig ve Divânü Lügati’t-Türk’te verilen bilgiler ışığında görülmektedir. Güzel kokuya verilen önem Osmanlı’da artarak devam etmiş ve İslami anlayışla sentezlenerek yeni bir koku kültürü oluşmuştur.
Koku kültürü, toplumumuzda başta Kur’ân, Hadis ilimleri olmak üzere İslâmî tevatür ve inançlarla şekillenmiştir. (Karaköse, 71 )Gül adının Hz. Muhammed ile sembolize edilmesi ve kokusunun O’nun terinden oluştuğu inancı, toplumumuzda güzellik ifade ederken kullanılan bir gül kültürü oluşturmuştur.(Karaköse, 71)Tasavvufta tüm bedeni idare eden ruh kokulu rüzgara benzetilir ve insanın kokusunu ruh yapısının belirlediğine inanılır. Ârifler güzel kokulara benzetilirken, bu kokuyu da herkesin hissedemeyeceğine inanılır (Karaköse, 71).
Beşir Ayvazoğlu Güller Kitabı’nda “İslâm şehirlerinde ağaçlarla ve çiçeklerle dolu bahçesi bulunmayan bir ev düşünülemezdi. Her Müslüman şehirli bahçe ve çiçek meraklısıydı. Evlerin bahçe olarak düzenlenmiş, ortalarında havuz bulunan birer iç avlusu bulunurdu. Ev bu avluyu çevreleyen yapı bölümlerinden oluşuyordu” (Ayvazoğlu, 2013: 50) diyerek Müslüman semtlerinin başlıca güzel koku kaynaklarından biri olan çiçeklerle donatıldığını ifade etmiş, başta gül olmak üzere karanfil, sümbül, yasemin gibi kokulu çiçeklerin kültürümüzde oynadıkları rol üzerinde uzun uzun durmuştur.
Toplumumuzda sadece çiçekler değil, misk, “[1]anber, kâfur, ûd, sandal, nâfe, abîr” gibi kokulu maddeler ve bu maddelerin karışımından elde edilen kokular da sıklıkla kullanılmıştır. Bu kokuların başında buhur suyu gelir. Buhur suyu sarayda imal edilir ve padişaha, hareme, saray mensuplarına, vükelaya, ulemaya zarif şişeler içerisinde dağıtılırdı. Ayrıca diğer ülke liderlerine hediye olarak takdim edilirdi. Buhur suyunun dışında gül suyu; misk ve anberden yapılan galiye de Osmanlıda çok rağbet görmüştür.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne göre İstanbul’da camiler kâfur kokusu yayan kandillerle aydınlatılırdı. Çarşılarda bol miktarda buhurdan satılıyordu. Yüksek statülü insanlar uçucu yağları misk ve amberi yaygın olarak kullanıyorlardı. Camilerin etrafında camekânlı küçük kutular içinde satılan yasemin, sümbül, gül, reyhan, sandal, kakule, tarçın, karanfil gibi esans yağları şırınga yardımıyla müşterilerin giysilerine ve sakalına sürülüyordu. (Bu gelenek hala bazı bölgelerde devam etmektedir). İslam dünyasında bir meta olarak kutsal kabul edilen gül suyunun, Osmanlı döneminde kullanımı oldukça fazladır. Süs güllerinden ayrılan kokulu güllerin üretimi ancak belirli bölgelerde yapılabildiği için gül suyu ve gül yağı değerli niteliktedir. Gül suyu, konuk ağırlama geleneklerinin en önemli unsuru olarak görülmüştür. Ziyarete gelen kişiye buhur suyu yanında gül suyu da ikram edilmektedir. Bununla birlikte mevlitlerde, hac karşılamalarında konukların eline gül suyu serpme âdeti vardır. Bu kokuya verilen değer, yeni yapılan ya da onarılan bir caminin gül suyu ile yıkanmasından anlaşılmaktadır (alıntılayan Diktaş, 2012:17).
Açık, kapalı bütün mekânları koku ile algılayan bir toplumda, ıtriyat kullanma insanlara veya kendine duyulan saygının göstergesidir. Eve gelen misafire ikram edilen bir kolonya bile, pozitif enerji paylaşımından başka bir şey değildir. Eskiden misk, ıtr-ı şâhî gibi kokular, özel küçük kutularda, pamuk içinde muhafaza edilir. Yatağa gül yaprağı döşemek de koku geleneğinden biridir. (alıntılayan KARAKÖSE, 68) Kötü koku içerdiği için soğan ve sarımsak gibi sebzelerin çiğ yenmemesi, yenildiği takdirde evde kalınması, cemiyet içine çıkılmaması sünnetine uygun olarak, kültürümüzde insana saygının bir göstergesi haline gelmiş; âdâb-ı muaşeret kuralı olarak benimsenmiştir (Karaköse, 71).
Kokuyla bu kadar haşır neşir olmuş bir toplumun dilinde, gerçek anlamından başlayarak mecazi anlama varan zengin bir koku terminolojisi bulunmasına şaşmamak gerekir. Kokuyu bire bir karşılayan kohu, kohı, meşam, şemme, şem, ıtr, rayiha, bû, bûy, nükhet, rih, tib gibi kelimelerin yanı sıra kokuyla ilgili tabirler de çokçadır: Attar, istişmam, fayih, buhur, micmer vs. Bunlara ek olarak; mis gibi kokmak, bir işin kokusu çıkmak, ağzı süt kokmak, burnu koku almak, burnunun direği sızlamak gibi deyimleri de burada zikretmek yerinde olacaktır.
Kokuyla kurulan münasebet bunlarla sınırlı kalmamıştır. Türk kültür ve edebiyatında masaldan halk hikâyesine, atasözlerinden deyimlere kadar her yerde karşımıza çıkan koku Osmanlı mutfağının ve hat sanatının da ayrılmaz bir parçası olmuş; fizyolojik ve psikolojik birçok hastalığın tedavisinde kullanılmış hatta temizliğin, dinginliğin sembolü haline gelmiştir. Türk kültür ve edebiyatının çok önemli bir parçası olan Klasik Edebiyatta da Osmanlı toplumunda adeta bir külte dönüşen koku kültürünün yansımalarını görmemek elbette mümkün değildir.
Klâsik Edebiyat, bahçe tasvirlerinde çiçekleri koku ve renk bakımından nizama koyar; kokuyu yaymak için rüzgârı görevlendirir. Koku havayla teneffüs edilir, havayla zikredilir. Sevilenin güzelliğini çiçekler ve kokularıyla tanımlar. “Reng ü bû” terkibi çok yaygın kullanılır. Birçok duyguyu, soyut kavramları tanımlamak için koku yetişir imdada. Tasavvufta tanımını tam olarak yapamadığımız kavramlar, kokuyla genişletilerek hissettirilir. Koku bir olayın, bir olgunun varlığının tanımıdır; kendisi görünmese bile, koku o olgunun varlığını haber verir. Kendisi görünmese bile kokunun bir hüviyeti vardır, karakteri, rengi, duruşu, cünbüşü vardır. Aklın yoluyla edebiyatta kişilik sergiler, kulağa fısıldar, gönle dokunur, gözden akar, seyre çıkarır, ateşte yakar (Karaköse, 71). Bu yazıda Nedim Divanı’nda koku kavramını ele alacağız. Çalışmada Nedim Divanı’nı seçmemizin sebebi Nedim’in hayatın neşe ve zevkleriyle birlikte muhitinin, devrinin birçok hususiyetlerini ve Türkçe’nin güzelliğini, inceliğini şiirlerine aksettirmesidir.
Makalenin hazırlık aşamasında yapılan kokuyla ilgili kavram taramasında Osmanlı kültüründe kokuyla ilgili neler olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Konunun genişliği sebebiyle Nedim Divanı’nda kokuya dair yapılan bu çalışma kokuyu birebir karşılayan ve kokuyla yakından alakalı kavramlarla sınırlandırılmıştır. Bu çerçevede Nedim Divanı’ında yaptığımız taramada “bû, bûy, nükhet, rîh, şemim, kokmak, istişmam, muattar, ta’tîr, mutarrâ” kavramlarının geçtiği beyitler tespit edilmiştir. Makaledeki kavramlar incelenirken alfabetik bir sıra gözetilmiştir. Bu kavramların Nedim Divanı’nda nasıl kullanıldığına geçmeden önce Nedim hakkında kısa bir bilgi vermek yerinde olacaktır.
“Nedim, yaklaşık olarak 1680-81 yıllarında İstanbul’da doğmuştur. Ana tarafından Karaçelebi Hüsameddin Efendi’ye dayanan köklü bir ailedendir. Babası Mehmed Efendi kadı, annesi Saliha Hanım kazasker kızıdır” (BTK, C.6 s.241). “Devrinin büyük hocalarından ders alan Nedim “bilginler (ulema) zümresinden olup ömrü boyunca müderrislik yapmıştır. 1730 yılında, yetmiş yaşlarında öldüğü zaman Sekban Ali Bey medresesinde müderris bulunuyordu” ( Kabaklı, C.2 s. 717). 1718-1730 yıllarına rastlayan ve sonradan “Lâle Devri” diye adlandırılan bilim, kültür, imar, zevk ve eğlence devrinde sanat hayatının en parlak yıllarını yaşayan Nedim, devrin öteki şairleriyle birlikte bütün olayların içinde olmuş, İbrahim Paşa’nın nedimi olarak bütün devlet büyüklerinin toplantılarına girmiş, eğlencelere katılmış, bu âlemlerden payına düşeni almış, aynı zamanda bu toplantıların aranan şairi olmuş ve şiirleriyle eğlencelere neşe ve coşkunluk katmıştır (BTK, C.6 s.242).
Nedim, sanatına günlük hayatı, kendi yaşayışını ve çevresini koyabilmiş bir şairdir. Elbette bunu, divan şiirinin elverdiği ölçüde ve o şiirin gelenek ve sınırlarını biraz zorlamak şartıyle yapmıştır. Usul olarak divan şiirinin güzelleri, sadece göz, çehre, boy, saç gibi unsurları ile alınır ve sadece mazmunlar arasında gösterilirken, Nedim’in şiirinde boyu, çehresi, kıyafeti, hatta hareketleri ile kanlı canlı güzeller bulunmaktadır (Kabaklı, c.2 s.720).
Nedim’in bilhassa 18. Yüzyılda gelişen mahallileşme akımının en önemli temsilcisi ve bir İstanbul şairi olduğu herkesçe bilinmektedir. Şiirlerinde bir yandan İstanbul’u tüm güzelliği ve canlılığıyla resmederken diğer yandan İstanbul Türkçesinin zarafet, incelik ve kıvraklığını şiirlerine başarıyla yansıtmıştır. İstanbul Türkçesine yerleşmiş deyimler onun şiirlerinde vücut bulurken, çağdaşlarına kıyasla sahip olduğu sade dil sayesinde halk tabakasına ulaşmayı başarmış ve şiirde açtığı çığırla çağdaşlarına, bilhassa kendinden sonra gelen birçok şaire tesir etmiştir.
Eserleri:
Nedîm Divanı: Nedîm’e asıl şöhretini kazandıran eseri, divanıdır.
Sahaifü’l-Ahbar: Lale Devri’nde (1718-1730) teşekkül ettirilen tercüme heyetlerinde görev alan Nedîm, Müneccimbaşı Ahmet Âşıkî (ö.1702)’nin Camiü’d-Düvel adlı Arapça eserini Türkçe’ye çevirerek Sahaifü’l-Ahbar adını vermiştir. Nedîm’in on yılda tamamlayarak (1720-1730) İbrahim Paşa’ya sunduğu bu çeviri, 1285 yılında İstanbul’da basılmıştır.
Aynî Tarihi: Bedrettin Mahmut bin Ahmet (ö.1451) tarafından yazılan Ikdu’l-Cüman fi Tarihi Ehli’z-Zaman adlı yirmi dört ciltlik İslam tarihi, Nedîm’in de içinde bulunduğu tercüme heyetince çevrilmiştir. Fakat Nedîm’in mütercimler arasında yer aldığı bilindiği halde hangi bölüm veya kısımları tercüme ettiği henüz bilinmemektedir.
Nedîm’in bunlardan başka, Şehit Ali Paşa’ya yazdığı bir dilekçesi, İzzet Ali Paşa’nın şaka yollu mektubuna mensur cevabı, Safayî Tezkiresi’ne Takriz’i ve Münşeat-ı Aziziye’de yer alan ve kime yazıldığı belli olmayan bir mektubu vardır. (Nedim Divanı 11-12)
Makalede kullanılan kısaltmalar şu şekildedir:
bkz. : Bakınız
BTK : Büyük Türk Klasikleri
- : Cilt
- : Gazel
- : Kasîde
Kt. : Kıta
- : Mesnevî
Md. : Müstezâd
Mf. : Müfred
Ms. : Musammat
- : Rubâî
- : Sayı
- : Sayfa
TDK : Türk Dil Kurumu
Klasik edebiyat metinlerinde, koku anlamına gelen bû, bûy, ıtr, nükhet, râyiha, rîh, şemîm, tîb kelimeleri sıkça kullanılır. Koku bazen tabiat ve sevgilinin güzelliği gibi kimi görsel manzaraları tamamlayıcı bir unsur olarak, bazen özlem, vuslat, murat gibi duyguların ifadesinde, bazen yaratılış, huy, lütuf, gazap, fesahat, arayış, uyku, vefa gibi insana ait değerler için, bazen de Allah, muhabbet, aşk, mihr, mana, vahdet gibi tasavvufi terimleri ifade etmede kullanılır.
- Bû, Bûy
Güzel kokular divan şairlerinin çoğunda sevgili ile ilişkili olarak kullanılır. Hususiyetle görselliğin tamamlayıcı unsuru olan koku, pek çok beyitte “reng ü bû” şeklinde karşımıza çıkar:
Dizilmiş nihâlân-ı gül sû-be-sû
Katar ile gelmiş meger reng ü bû (M. 1/33)
Lebin vasfında bir mazmun demişdim reng ü bû sanma
Anı ceybinde güller bülbülü ilzâm içün saklar (G. 19/8)
Ayrıca kokunun insanı mest eden özelliği de sık sık dile getirilir. Aşağıdaki beyitte şair, insanı en çok mest etme özelliğine sahip olan şarapla kendi kokusunu kıyaslamış ve kendi kokusunun şarabı dahi mest edecek denli kuvvetli ve hoş olduğunu söylemiştir:
Beni kıldı tâ şöyle mest-i harâb
Ki mest olur işitse bûyum şarâb (M. 1/5)
Gülü iltifâtı edüp hande-rûy
Bahârâna ahlâkı bahş etdi bûy (M. 1/60)
Bû kelimesi zaman zaman anber-bû şeklinde kullanılır ve anber kokulu anlamına gelir. Anber; Ada balığından elde edilen yumuşak, yapışkan ve kül renginde güzel kokulu bir maddedir. Sevgilinin saçı, ayva tüyü, beni, mürekkep ve toprak için benzetme unsuru olmuştur:
Kemâl-i zîb ü ferle yapdı bu sâhil-serâyı kim
Hevâsı dil-güşâ âbı musaffâ hâki anber-bû (Kt. 41/4)
Bû kelimesi zaman zaman da müşk-bû şeklinde karşımıza çıkar ve misk kokulu anlamını ifade eder. “Asya’nın yüksek dağlarında yaşayan bir tür erkek ceylanın karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu madde” (TDK, c.2 s. 1570) olan misk, Divan şiirinde müşg, müşk, nafe şeklinde de kullanılmaktadır. Sevgilinin saçı, beni, ayva tüyü, yazı, toprak ve toz için benzetme unsuru olmuştur. Misk, siyah rengi ve güzel kokusuyla sevgilinin saçının rengi ve kokusudur:
Bak ol zemîn-i hûb u dil-cûy u müşk-bûya
Seyr et o sakf-ı pâki pür-nakş u pür-nigârı (K. 38/4)
Müslümanlar hat sanatına büyük önem vermişler kâğıttan mürekkebe kadar her şeyi dikkatle seçmişlerdir. Hat sanatında görüntü kadar kokunun da vazgeçilmezliği bilinen bir hakikattir. O dönem hattatları ortaya koydukları eserlerin güzel kokması için mürekkebin içine misk karıştırmışlardır:
Ki bir âlî murakka‘ yazdı kim ger bulsa hattâtan
Midâd-i müşk-bûyun kûhl ederler dîde-i câna (K. 16/19)
Göz alıcı rengi, yılda bir defa bahar mevsiminde açılışı, gonca ve dikenle beraber bulunuşu, yapraklarının şekli, diğer çiçeklere nazaran yukarıda bulunuşu, toplanıp pazarda satılışı, gonca halinden açılıp gül oluncaya kadar geçirdiği sürenin nazlanmak olarak vasıflandırılışı, değişik tasavvurlara konu olmasını sağlar. Âşık olarak kabul edilen bülbül ile olan münasebeti, kısa sürede solması, bilhassa Hz. Peygamber efendimize sembol olması sebebiyle ona verilen değer, güle gösterilen ilginin önemli sebepleridir (Sefercioğlu, 2001:405). Gül; rengi, kokusu ve güzelliği sebebiyle Hz. Muhammed’i temsil eder:
Hudâ güyâ ki cism-i nâzükün etmiş senin îcâd
Katıp bûy-ı gülü reng-i şarâb-ı erguvân üzre (K. 6/13)
Gıdâ-yı rûh ederler bunda bûy-ı gonca-i zikri
Cenâb-ı Gülşenînin andelîbân-ı gülistânı (K. 40/3)
Bûy-ı gül taktir olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana (G. 2/2)
Zahm urma bûy-ı gül dahı olursa âşıkın
Yelmân-ı tîğ-i nâza meded zahmet olmasın (G. 100/5)
Çü bûy-ı gonca hezâr-âşinâlığı terket
Misâl-i reng nihân ol gül-i hızâb içre (G. 135/6)
Eylemiş gûyâ ki Hak îcâd cism-i nâzükün
Eyleyüp âmîhte bûy-ı güle reng-i müli (G. 165/3)
Saç şekil yönünden kıvrım kıvrım oluşu, renginin siyahlığı ve kokusu bakımından sünbüle benzetilir. “Sünbül ve semen saçın en çok münasebet kurduğu çiçeklerdir. Çoğu beyitte sünbül, saç kelimesi zikredilmeden, saç için bir ad olarak kullanılır” (Sefercioğlu, 2001:149):
Dimâğım tutdu bûy-ı sünbül âgûşumda döndükçe
Meger kim dûşunun üstünde bir sünbül-sitan vardır (G. 42/3)
“Şarap klasik edebiyat metinlerinde, imal ediliş şekli, sarhoşluk verici etkisi, rengi, kokusu ve içerisine katılan çeşitli maddeler bakımından birbirinden çok değişik adlar almış ve bu adlandırmada birçok estetik benzetmeye (teşbih) konu olmuştur” (Doğan, 65). Daha çok aşkı karşılayan şarap kavramı dudak, tevhit, söz, hayat, ölüm, vahdet, gözyaşı, gaflet, gurur, naz, işve, gamze ve şiir için de kullanılagelmiştir.
Klasik kültürde şarabın tadı, rengi ve kokusuyla bir bütündür. Göze, burna ve damağa hitap edebilmesi için tüm içkilerin kokulandırılması içmeden önce kadehi koklama alışkanlığına dayanır. Kadeh içine kokulandırmak için vişne, kiraz gibi renkli meyveler veya turunç, portakal gibi mezelerin kabuğu konulur (alıntılayan Karaköse, 74):
Sanmanız lükneti var harf-i giran cünbiş eder.
Mest olup bûy-ı şarâb-ı leb-i dil-cûsundan (Nazım 4/3)
Dûr olur mu hiç ey pîr-i mugan dâ’im senin
Bûy-ı sahbâ-veş dil-i hun-keşte dâmânındadı (G. 20/5)
Rengi, tazeliği, kokusu ve yumuşaklığı sebebiyle çeşitli benzetmelere konu olan ten gül, nergis ve sünbül kokar:
Bûydan hoş rengden pâkîzedir nâzük tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kim gül-i ra‘nâ seni (G. 154/2)
Birbirinden farklı pek çok anlamı ihtiva eden “behâr” ya da yaygın olarak kullanılan anlamıyla “bahar”, divan şiirinde daha çok mevsim anlamıyla kullanılmıştır. Bahar mevsimi şairler için ayrı bir yere ve öneme sahiptir. Baharla birlikte bütün canlılarda olduğu gibi insanlarda da birtakım değişiklikler meydana gelir. Kış mevsiminin zor ve çetin şartlarından çıkan insanoğlu baharın ılık nefesiyle birlikte tabiatla bütünleşerek canlanmaya, tazelenmeye başlar. “Şairler, tabiatta meydana gelen bu canlanmayı, letafeti oldukça coşkulu bir biçimde dile getirmişlerdir: Bahar, tazelik ve canlılık, adalet ve itidal mevsimi olarak işlenmiştir.” (Göre, 284) Bu mevsim aynı zamanda Osmanlı’da sefer mevsimidir. Saba rüzgârı da baharda eser ve sevgilinin saçının kokusunu taşır.
Komaz getirmeğe bûy-ı bahârı bâd-ı sabâ
Kenâr-ı bâmda yahlar durup yalın hançer (K. 13/7)
Habbezâ sâhil-serâ kim reng ü bûy-ı nev-bahâr
Gülşen-i pür-feyzinin bir gonca-i ra‘nâsıdır (K. 37/9)
Gömlek kokusu umumiyetle Hz. Yusuf kıssasını akla getirmektedir. Hz. Yusuf’un, Hz. Yakup’a gömleğini göndermesi ve Hz. Yakup’un daha kafile yoldayken onun kokusunu alması ve gömleği gözlerine sürdüğünde gözlerinin açılması şairler tarafından konu edilmiştir.
Can-fezâ geldi çü bûy-ı pîrehen hâtırlara
Uğramış var ise râh-ı şevk Ken‘ân üstüne (K. 3/6)
Ey şeh-i hûbânım eyle ol kad-i mevzûna sen
Reng-i gülden câme bûy-ı yâsemenden pîrehen (Ms. 11/1)
Divan şiirinde sevgili bütün hususiyetleri kendinde toplayan bir güzel ve bu şiirin en önemli kişisidir. En çok sözü edilen kişi olmasının yanında mazmunlar doğrultusunda ideal bir tip olarak ve soyut bir şekilde tasvir edilir. Sevgili gözleri, saçları, kirpikleri, dudakları gibi hem fiziksel özellikleriyle hem de hercai oluşu, cevir ve sitem etmesi, vefasızlığı, güvenilmezliği gibi kişilik özellikleriyle de şiirlerde ele alınır. Sevgili pek çok değişik isimle karşımıza çıkar. Bazen dost, yâr, hûb, nigâr, cânân, âfet, dil-ber, dil-cuy, dil-ârâ, dil-dâr olur; bazen de sâkî, sanem, rûh-ı revân, lâle had, seng-dil, cevân, gonca-dehen, âşinâ. Sevgilinin her şeyi güzel olduğu gibi kokusu da güzeldir. Ayrıca sevgilinin kokusunun aşığına tıpkı İsa’nın nefesi gibi can bağışlayan bir yönü vardır:
Tıynet-i hâkindeki dil-cûy bûy-ı âşinâ
Milket-i bâğ u bahârın hazret-i İsâsıdır (K. 37/10)
Cennet bazı metinlerde Cinan, Huld, Firdevs, Behişt isimleriyle bazı metinlerde Berin, Dar’üs-selam, Me’va ve ‘Adn gibi katlarının isimleriyle geçmektedir. Tolasa, cennetin memduhun sarayı, bahçesi, bezmi ve lutfu; sevgilinin güzelliği, bilhassa yüz ve yanak unsuru, kuy-ı yâr için ve ilkbahar ile yeşeren, güzelleşen yeryüzü, şairin de şiiri için müşebbehünbih olacağını ifade eder ve ekler: “Bu arada, hemen daima cennetin kendisi de bir bağ, bostan veya bahçe halinde yeşillik, ağaç ve çiçeklerle dolu, suları bol bir şekilde düşünülür” (Tolasa, 2001:49). Bu itibarla cennet, aynı zamanda güzel kokulu bir yerdir ve zaman zaman da beyitlerde kendini bu yönüyle gösterir:
Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm (K. 10/17)
Bû/Bûy kelimeleri her daim gerçek anlamları itibariyle kullanılmazlar. Pek çok beyitte mecaz anlam boyutuyla karşımıza çıkarlar. “Kasidelerde şair övdüğü kişinin (genellikle sultan) tabiatını koku ile ifade eder. Hulk, padişahın ahlakı anlamında hükümlerini (adaletini, lutfunu) temsil eder” (Karaköse, 84):
Bûy-ı hulkuyla dolup oldu müsellem destine
Çarh döndü hâsılı koynunda anberdânına (K. 20/60)
Bir diğer beyitte de hulk kelimesini ahlak olarak görürüz:
Kâkülü cennât-i hüsnün sünbül-i sad-dânesi
Bûy-ı ahlâkı abîr-âsâ habîb-i kibriyâ (K. 1/21)
Bû/Bûy kelimelerinin mecaz anlamına bir diğer örnek sevgi/muhabbet/aşk kokusudur. “Aşk da kokuyla ifade edilen, cevher sayılan bir değerdir. Bazen yokluğundan şikâyet edilir, zamanın şartlarına bağlı olarak; bazen cefakâr sevgilide bulunmayan şeydir; bazen de aşka davet eden bir histir” (Karaköse, 91):
Sevdiğim bendene düşerse hidmet
Kapında kul olmak cânıma minnet
Göre idim sende bûy-ı mahabbet
İstediğim budur sen bî-vefâdan (Koşma 1/3)
Ser-mest yatur künc-i dimâğımda safâdan
Mecnûnu serâsîme eden bûy-ı mahabbet (G. 11/3)
Şairin,
Aceb ne bezmde şeb-zindedâr-ı sohbet idin
Henüz nergis-i mestinde bûy-ı hâb kokar (G. 16/3)
beytinde zikrettiği uyku kokusu da mecazi olarak kullanılmış, şüpheci ve kıskanç bir âşık imajı çizilmiştir. Âşık burada sevgiliye soru sorar. Gece hangi mecliste olduğunu öğrenmek ister. Şairin gözlediği uyku halini, koku unsuruyla dile getirmesinin nedeni bu hissin yayılmacı özelliği olsa gerektir.
Tek bir beyitte rastladığımız “Bûyâ”, güzel kokulu anlamına gelen bir kelimedir. Aşağıdaki beyitte güllerin güzel kokulu olmasının sebebi olarak, övülen kişinin tabiatından esen yumuşak rüzgârın feyzi gösterilerek hüsnitalil sanatı yapılmıştır:
Ederse ittikâ devletle dîbâ-kerde bâlîne
Nesîm-i hulkunun feyzinden olur gülleri bûyâ (Kt. 50/13)
- Itr, Ta’tîr, Muattar
Divan’da ıtr kelimesi tek başına koku anlamını karşılayacak şekilde değil, ıtr-ı şâhî terkibiyle bir güzel koku çeşidi olarak kullanılmıştır:
Bu def‘a bir kerem de eyledin kim âcizim el-hak
Ne denlü eylesem ihsânının vasfında ıtrâyı (K. 9/33)
Kapladup gül-penbe şâlı ferve-i semmûruna
Ol siyeh zülfü döküp ol sîne-i billûruna
Itr-ı şâhîler sürüp ol gerden-i kâfûruna
Iyddır çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum (Ms. 25/4)
Ta’tîr, güzel koku ile kokulandırma anlamına gelir:
Havrânın eder ceyb ü girîbânını ta‘tîr
Bağındaki gül meclis-i hâsındaki micmer (K. 32/11)
Muattar, kokulu anlamına gelir:
Fasl-ı bahâr-âsâ gelüp nâ-geh meşâm-ı âlemi
Kıldı mu‘attar ser-be-ser ol gonca-i bâğ-ı ümîd (Kt. 9/6)
- Kokmak/Koklamak
Türkçe fiiller olan kokmak/koklamak kelimeleri divanda pek çok kokulu unsurla birlikte kullanılmıştır:
Düşmenin helvâsı da burnunda kokdu gâlibâ
Zannım oldur kim zamân-ı sayfa dek etmez karâr (K. 29/17)
“Şiir metinlerinde “gül-âb” ya da “cüllâb” kelimeleriyle ifade edilen gül suyu, gül yapraklarının çeşitli işlemlerden geçirilmesi neticesinde elde edilen bir çeşit şerbet veya süs eşyasıdır. Şairler tarafından rengi, kokusu, elde edilişi, şişede saklanışı, misafirlere sunuluşu, bir süslenme eşyası olarak kullanılışı gibi yönleriyle daha çok şiirlerde dile getirilmiştir” (Özkan, 2007:543):
Sabâ ki dest ura ol zülfe müşk-i nâb kokar
Açarsa ukde-i pîrâhenin gül-âb kokar (G. 16/1)
Sevgili mesttir. Bu itibarla sevgilinin ağzı her zaman şarap kokar:
Ne berk-i güldür o leb çiğnesem şeker sanırım
Ne goncadır o dehen koklasam şarâb kokar (G. 16/2)
Aceb ne bezmde şeb-zindedâr-ı sohbet idin
Henüz nergis-i mestinde bûy-ı hâb kokar (G. 16/3)
Âşık bazen sevgiliyi koklamaya dahi kıyamaz. O, böylesine sevgilinin üzerine titrerken bir başkası sevgiliye karşı böyle bir hassasiyete sahip olmayabilir:
Nikâb ile göremezken biz onu vâ-hayfâ
Rakîb o gerden-i simîni bî-nikâb kokar (G. 16/4)
Bazen de âşığın aşkı o kadar yakıcıdır ki bu sebepten âşık ölse ve toprak olsa o toprakta yetişen bitkiler kebap gibi kokar:
O ten ki hâk ola aşkın güdâz-ı sûzundan
Biten giyâhı dem-i haşre dek kebâb kokar (G. 16/5)
“Gül suyu kırmızı gül yapraklarından elde edilmesi, güzel kokması, tatlı olması ve tedavi maksatlı kullanılması gibi ilgilerle çoğu zaman şairler tarafından sevgilinin kırmızı yanakları ve dudakları, yanaklar üzerindeki ter ile birlikte düşünülmüştür” (Özkan, 2007:543):
Seni meger ki gül-efsûn-ı nâz terletmiş
Ki sîb-i gabgabın ey gonca-leb gül-âb kokar (G. 16/6)
Nedîm sen yine ma‘nî-şikâflıkda mısın
Ki nevk-i tîğ-ı kalem hûn-ı intihâb kokar (G. 16/7)
Gülistan görmedik gül kokmadık ammâ ruhun meyden
Gül-ender-gül gülistan-der-gülistân olduğun gördük (G. 58/6)
- Nükhet
Arapça bir kelime olan nükhet koku anlamına gelir. Aşağıdaki beyitlerde sevgilinin kokusunu karşılayacak şekilde kullanılmıştır:
Bâri dûş olsan yine bir aşka zîrâ kim senin
Nükhetin sûzişle hoşdur anber-i sârâ gibi (K. 17/6)
Getirdi nükhetin bâd-ı sabâ gülzâr-ı dil-cûnun
Açıldı ukde-bendi yâsemînin verd-i şeb-bûnun (Ms. 43/2)
Klasik edebiyatta saç; şekli, kokusu ve rengi itibariyle ele alınır. Kâkül, perçem, turra alın üzerine düşmüş kıvrımlı saçtır. Kokusu yönüyle saç; misk ve amber, bazen de sümbül kokar. Saçın kokusu hayat bahşeder ve insanı canlandırır:
Nükhet-i gîsû ile geldin bize âh ey sâkî
Turra-i sünbül-sıfat âşüfte-kâm etdin beni (G. 161/3)
Koku ile olan sıkı münasebeti dolayısıyla hava ve rüzgâr da saç unsuruyla birlikte anılır. Nesim, havanın hafif dalgalanması veya hafif hafif esmesidir. “O, sevgilinin mahallesi, bilhassa saçı ile, koku bakımından sıkı sıkıya ilgilidir. Hatta nesim, bunların, yani sevgiliye ait şeylerin kokusundan ibaret bir rüzgâr halindedir. Onun yol uğrağı sevgilinin mahallesidir. Bilvesile, o da haberci fonksiyonu taşır ve sevgilinin saçı ile yine içli dışlıdır” (Tolasa, 2001:452). Kendisini genellikle seherde sabah vakitlerinde gösteren nesimin hayat verici bir özelliği de vardır.
Nükhet-i zülfünle geldikce nesîm-i nev-bahâr
Turra-i sünbül-sıfat âşüfte-hâl eyler beni (G. 147/5)
- Rîh
Rîh kelimesi de tek beyitte karşımıza çıkar:
Rîh-i hıkkeyle Sadıkın hele sorma hâlin
Hârhâr ile geçer şimdi bütün evkâtı (Kt. 89/1)
6.Şemîm, İstişmam
Şemim, güzel kokulu anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Koku anlamını taşıyan diğer kelimeler gibi çoğu zaman sevgilinin kokusunu ifade etmek için kullanılır. Aşağıdaki beyitte sevgilinin saçı işaret edilerek sünbül kokusundan bahsedilmiştir:
Gönül kim ıkd-ı bend-i kâkülündür
Havâdâr-ı şemîm-i sünbülündür
Nedîm-i zâr kurbânın kulundur
Sen onun cismine rûh-ı revansın (Ms. 32/5)
Şairin,
Dimâğ-ı cânı reşk-i bender-i Çîn eyledi cânâ
Şemîm-i gîsûvânın genc-i bâd-âver midir bilmem (G. 87/6)
Sanır idim ki anberi attârlar satar
Cânım şemîm-i zülf-i siyeh-fâmın almadan (G. 104/3)
Seherden eyledi yağmâ şemîm-i gîsûsun
Nesîm bir dahı uğrar mı bu diyâra gör e (G. 121/3)
beyitlerinde de saç kokusu doğrudan ifade edilmiştir.
Havzdan kevser-i pâkîzeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm (K. 10/17)
Hezârı sanmanız hâbide zîr-i bâle minkârın
Hayâl-i gonca-i sîr-âbın istişmâm içün saklar (G. 19/4)
Yukarıdaki iki beyitte de koklamak anlamına gelen istişmam kelimesi kullanılmıştır.
Sonuç:
18. yüzyıl Divan edebiyatı sanatçısı ve mahallileşme akımının zirve ismi Nedim’in divanı üzerine yapılan bu çalışmada sanatçının şiirlerindeki “koku” kavramını karşılayan kelimeler araştırılmış ve bunlardan hangilerinin, ne şekilde Divan’da yer aldığı tespit edilmiştir. Divan’daki şiirler incelendiğinde “koku”yu karşılayan “bû, nükhet, rîh” gibi kelimelerin gerçek anlamlarının yanı sıra çeşitli söz oyunları ve anlam ilgileri dolayısıyla mecazi boyutuyla da ele alındığı görülmüştür. Bu kelime/kavramlar özellikle sevgiliyle (bir kişi, bir padişah, bir din büyüğü) ilişkili olarak kullanılmış ve hususiyetle görselliğin tamamlayıcı unsuru olmuştur. Sevgilinin saçı, teni, ağzı, gömleği, bastığı toprak kimi zaman “misk, anber” gibi kokulu maddelerle; kimi zaman “gül-âb, şarap” gibi kokulu içeceklerle; kimi zaman da “sünbül, gül, yasemen” gibi kokulu bitkilerle birlikte anılmıştır. Koku bazı beyitlerde mecaz anlam boyutuyla öne çıkarak yaratılış, ahlak, sevgi, uyku kavramlarının tamlananı olmuştur. Bağ, bahçe kokusu da bu beyitlerde zikredilmiş ve cennet kokusuyla eşdeğer tutulmuştur. Bahar kokusu canlılık, zindelik, tazelik ve neşe veren vasıflarıyla ele alınırken “bâd-ı sabâ” sevgili ve koku paralelinde geleneğe uygun olarak taşıyıcı sıfatıyla kullanılmış ve güzel koku ile kokulandırmak, kokmak, koklamak, kokulu anlamlarını ihtiva eden kavramlar da sıklıkla dile getirilmiştir.
Divan’da koku anlamını karşılayan kelimeler 53 yerde geçmektedir. “Bû/bûy” 29, “ıtr/ta’tir/muattar” 4, “kokmak/koklamak” 9, “Nükhet” 4, “rîh” 1, “şemim, istişmam” 6 kez kullanılmıştır. Yapılan bu çalışma gösteriyor ki bütün canlılar âlemi için yadsınamayacak bir öneme sahip olan koku duyusu Divan şiirindeki yerini de eksiksiz bir şekilde almıştır. Özellikle Nedim gibi dışa dönük bir şairin şiirinde koku mühim bir yer teşkil etmiş ve genellikle görselliği tamamlayıcı bir vazife üstlenmiştir. Yalnız burada şunu tekrar dile getirmekte fayda var. Nedim divanında koku unsurları bir makale çerçevesine sığamayacak kadar zengindir. Divan’da yer alan ve sadece koku anlamını birebir karşılayan kelimelerin çokluğu dahi Nedim’in kokuyla olan yakın münasebetini göstermesi bakımından yeterlidir.
KAYNAKÇA
AYVAZOĞLU, Beşir (2013), Güller Kitabı, Kapı Yayınları, İstanbul.
Büyük Türk Klasikleri (1990), “Nedim Ahmed”, Cilt 6, Ötüken-Söğüt, İstanbul.
DEMİRCİ, Senai, “Koku Mucizesi”. Erişim Tarihi: 28.04.2016. http://mihmandar.8k.com/koku.htm
DİKTAŞ, Mustafa Yakup (2012), “Misk ü Amberden Parfüme Türkiye’deki Koku Kültürünün Döşümü”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi: Ankara.
DOĞAN, Muhammet Nur, “Divan Şiirinde Şarap Metaforları”. Erişim Tarihi: 17.04.2016.
http://www.journals.istanbul.edu.tr/iutded/article/view/1023018755/1023017939
GÖRE, Zehra, “Divan Şiirinde Cünûn Eyyâmı Olarak Bahar”. Erişim Tarihi: 30.03.2016.
http://turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi5/sayi5pdf/gorezehra.pdf
KABAKLI, Ahmed (2002), “Nedim”, Türk Edebiyatı, Cilt 2, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul.
KARAKÖSE, Saadet, “Klasik Kültürümüzde Koku ve Klasik Edebiyatımızda Koku Unsuru”, s.64-104. Erişim Tarihi: 28.04.2016
https://www.researchgate.net/profile/Bagdagul_Musa/publication/273143585_RUS_DLL_RENCLERN_TRKE_RENM_SIRASINDA_YAPTIKLARI_SZ_DZMSEL_YANLILIKLAR_(SYNTACTIC_MISTAKES_MADE_BY_RUSSIAN-SPEAKING_STUDENTS_DURING_THEIR_LEARNING_TURKISH)/links/54fa1cce0cf23e66f0311609.pdf#page=75
NEDİM, Divan (2012), Haz. Muhsin Macit, Kültür Bakanlığı Yayınları, e-kitap.
ÖZKAN, Ömer (2007), Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı, Kitabevi, İstanbul.
SEFERCİOĞLU, M. Nejat (2001), Nev’i Divanı’nın Tahlili, Akçağ Yayınları, İstanbul.
TDK Türkçe Sözlük (1988), TDK Yayınları, Ankara.
TOLASA, Harun (2001), Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Akçağ Yayınları, İstanbul.
[1] Günümüz Türkçesinde amber ve sümbül şeklinde yazılan kelimeler, Nedim Divanı’nda ve bazı alıntı metinlerde anber ve sünbül olarak yazıldığı için asıllarına sadık kalınmış ve metinde bir bütünlük olması için metnin diğer kısımlarında da bu yazım biçimi kullanılmıştır.