Filistin, Kudüs ve Gazze sadece Hz. Ömer’in, Selahaddin Eyyubi’nin ve Yavuz Sultan Selim’in değil, aynı zamanda millî tarih şuurumuzun bize en önemli emanetidir.
Peygamberler diyarı olan, din ve maneviyatla yoğrulmuş bu bereketli topraklar, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ahirete irtihalinden sadece beş sene sonra İslam beldesi oldu. Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın kumandasındaki İslam ordusu Kudüs’e barış yoluyla girince, Patrik Sofranyus, şehrin anahtarlarını bizzat Halife Hz. Ömer’e teslim etti. Hz. Ömer, 637 yılında gerçek anlamda bir insan hakları beyannamesi olan Emanname’yi yazılı olarak buradaki insanlara verdi.
Besmele ile başlayan Emanname’de şöyle deniyordu:
“Bu emanname, Hıristiyan ve Musevilerin canlarına, mallarına, kiliselerine, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen yazılı bir teminattır. Kiliseleri ev yapılmayacak, yıkılmayacak, bir bölümü dahi işgal edilmeyecek. Bu kiliselerde bulunan kutsal eşyalara dokunulmayacak, kimsenin malına el konulmayacaktır. İnsanlar dinî inançlarından dolayı herhangi bir baskıya maruz kalmayacak, hakaret görmeyecek ve hiçbir zarara uğramayacaklardır. Yurdundan ayrılmak isteyenlere gideceği yere kadar mal ve can emniyeti sağlanacaktır. Kalmak isteyenler cizye vererek güven ve huzur içinde yaşayacaklardır.”
Tarih boyunca sömürgeci zihniyetin temsilcisi olan İngiltere, İslam birliğini baltalamak ve yeni bulunan petrol yataklarını kendi menfaati için kullanmak üzere Ortadoğu’ya yöneldi. Birinci Dünya Savaşı, Avrupalı devletlerin birbirini boğazlaması olduğu kadar, asıl maksat Osmanlı’nın yıkılması, topraklarının ve kaynaklarının bölüşülmesi, Müslümanlar arasına fitne tohumlarının serpilmesiydi.
1917 Mart ve Nisan aylarında yapılan iki Gazze Muharebesinde Osmanlı ordusuna mağlup olan İngilizlerin başındaki General Murray görevden alınmış, yerine Avrupa cephelerinin başarılı Generali Allenby Haziran’da Mısır’a gönderilmişti. İngiliz Başbakanı Lloyd George, Allenby ile tokalaşıp vedalaşırken ona şöyle demişti:
“General, Filistin cephesinden müjdeli haberlerinizi bekliyorum. Bilhassa yılbaşından önce Kudüs’ü alıp, bütün Hıristiyan dünyasına Noel armağanı olarak sunmanızı rica ediyorum.”
Allenby, Kahire’ye gelip makamına oturunca kulaklarında Başbakan Lloyd George’nin bu sözleri çınlıyordu 400 senedir de Osmanlı idaresinde bulunan Kudüs’ü ele geçirmek öyle kolay mıydı? General Murray’ın yaptığı hatalara düşmek istemeyen Allenby, hemen Londra’ya bir mesaj çekti:
BİR OSMANLI ASKERİNE KARŞI DÖRT İNGİLİZ
“Sayın Başbakanım. Bu cephe Avrupa’ya hiç benzemiyor. Karşımızda Alman askeri değil, maneviyatı çok yüksek Osmanlı ordusu var. Bir Osmanlı askerine karşı dört İngiliz askeri olmadıkça taarruza geçmeyeceğim. Bu yüzden acilen takviye kuvvete, silah ve cephaneye ihtiyacım var.”
Mesaj yerini bulmuştu. İngiltere Başbakanı Kudüs’ün alınmasına o kadar önem veriyordu ki, her türlü desteği kısa zamanda göndermişti. Böylece Almanların istediği olmuş, Müttefik devletlerin Avrupa’daki kuvvetleri zayıflamıştı. General Allenby, Ekim ayının sonuna kadar büyük hazırlıklar yaparak sabırla bekledi. Taarruza geçeceği bölgeyi gizlemesi ve ani bir hücum yapması gerektiğine karar vermişti.
31 Ekim 1917’de İngilizler, tahmin edilenin aksine Gazze yerine Bi’rüssebi cephesine saldırarak Osmanlı savunmasını yardılar. 3. Kolordu bu büyük taarruza dayanamayınca cephe dağıldı. Bu defa karadan ve denizden çok şiddetli topçu ateşiyle Gazze vurulmaya başlandı. Sadece bir hafta sonra 7 Kasım’da İngilizler Gazze’yi işgal ettiler. Bu işgal Kudüs yolunun açıldığının en büyük habercisiydi.
8 Aralık gününe kadar 40 gün boyunca, çok kötü bir sevk ve idare ile geri çekilmeye çalışan Osmanlı Ordusu, vurdumduymaz Alman generallerin oyuncağı olmuştu. Üstelik İngiliz Generali Allenby, dört aylık hazırlık süresince Yahudi NİLİ örgütünden çok önemli istihbarat desteği almıştı. Osmanlının topçu, piyade ve süvari birlikleri, cepheleri, silah ve mühimmatı, kara ve demiryolları hakkında bütün gizli bilgilere ulaşmıştı. Hatta Kudüs’e giden yol üzerindeki kuyular (ve) nehirler gibi su kaynakları bile elindeki haritalara işlenmişti.
8-9 Aralık gecesinde Yıldırım Ordular Grubu komutanı Alman Mareşal Von Falkenhayn, Kudüs çevresini savunan 7. Ordu komutanı Fevzi Çakmak Paşa’yla yaptığı telefon konuşmasından sonra ordumuz mevzilerini boşalttı. Ertesi gün çok çetin bir savunma ve direniş bekleyen İngilizler, siperlerin boş olduğunu görünce hem şaşırmış hem de sevinmişlerdi. İşte 106 yıl önceki Kudüs işgalinin hazin hikâyesi.
BİRİNCİ SİYONİST KONGRESİ
Aslında her şey 1897 yılında başladı. İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan 1. Siyonist Kongresi’nde Theodor Herzl şöyle demişti:
“Ben bugün burada Yahudi Devletini kurdum. Beş sene veya elli sene sonra bunu herkes bilecektir”
Bu konuşmadan 51 sene sonra 14 Mayıs 1948 tarihinde İngiltere’nin desteğiyle Tel Aviv’de kurulan İsrail, Filistinlilerin de felaketinin başlangıcı olmuştu. Kendilerini “seçkin millet”, Filistin’i “vaad edilmiş toprak” ve Arapları ise “etnik temizlik için kurban” olarak gören Siyonist zihniyet, artık hâkim duruma geçmişti. 1947 yılından itibaren uygulanan ama özellikle 15 Mayıs 1948’den sonra geçekleştirilen katliam, baskı ve sürgünler sonucunda 750 bin Filistinli evinden, köyünden, toprağından uzaklaştırılmış, kendi ülkesinde veya başka ülkelerde mülteci durumuna düşmüştü. O tarihte Filistinli Müslümanların nüfusunun 950 bin olduğu düşünülürse, bu sürgünün neden büyük felaket olarak isimlendirildiği daha iyi anlaşılacaktır.
Nekbe’yi anlamak için İngiliz işgalinin ardından 1922’de Filistin’de kurulan İngiliz Manda Yönetiminin faaliyetlerini iyi bilmek gerekir. İngilizlerin Manda Yönetiminin başına tayin ettikleri ilk Vali olan Samuel Herbert tam bir Siyonist’ti. Şimdi 1922 yılında Filistin’deki nüfus yoğunluğuna bir bakalım:
İngiltere’nin 31 Aralık 1922’de yaptırdığı sayımda Filistin’de yaşayan 757 bin kişinin, 663 bini Arap, 83 bini ise Yahudi idi. (Yüzde 88 Arap, yüzde 11 Yahudi) Almanya’da Nazilerin yaptığı katliam yüzünden 1945’e kadar 400 bin Yahudi Filistin’e geldi ve toplam nüfusları 600 bine çıktı. Böylece 1947 yılına gelindiğinde 950 bin Müslüman nüfusa karşı, işgal ve sürgün planını uygulamaya başlamışlardı. Bu planda en büyük problem, Filistin’in yüzde 90’ına sahip olan Müslümanları bu topraklardan nasıl çıkaracaklarıydı.
Bu demografik yapıya rağmen Siyonist propaganda; Filistin’in halksız bir vatan, işlenmemiş topraklarının ise bir çöl olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla bütün dünya Yahudilerini, buraya gelip istedikleri kadar arazi alabileceklerine ve tarım yapabileceklerine inandırmışlardı. İsrail’in 4. Başbakanı Golda Meir’in şu sözleri Siyonizm’in yalanlarına dünyayı nasıl inandırmaya çalıştığının en bariz delilidir:
“FİLİSTİN HALKI YOKTUR”
“Bir Filistin halkı yoktur. Bizler gelip de onları kapıya koyduğumuz ve ülkelerini ellerinden aldığımız için değil. Onlar mevcut değildir.”
Siyonistlerin ikinci önemli icraatları azınlıkta olan göçmenleri korumak amacıyla silahlı örgütler kurmaktı. Zaten İngiliz işgalinden önce başta Nili olmak üzere Bilu, Gideon, Bar Giora, Haşumer ve Hamagen gibi örgütler kurarak önemli tecrübeler edinmişlerdi. İşgalden sonra ise Haganah, Palmach, Irgun, Lehi gibi daha profesyonel terör örgütleri kuruldu.
Bu silahlı terör örgütleri, Filistinlileri korkutma, yıldırma hatta öldürme yöntemiyle evlerinden, topraklarından uzaklaştırmak için yoğun faaliyet yapmaya başladılar. İngiliz Manda Yönetimi bu terörist eylemleri görmezden gelerek, buna karşı silah edinip ailelerini ve topraklarını korumaya çalışan Filistinlileri ise en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Evinde, üzerinde silah veya mermi bulunduran bir Filistinlinin cezası idama kadar gidebiliyordu.
Haganah örgütünü ılımlı gören Menahem Begin ve arkadaşları Irgun örgütünü kurdular. Irgun içindeki radikaller bununla da yetinmeyip Lehi (Stern) örgütünü kurdular. Manda Yönetimini Filistin’i terk etmeye zorlamak için bombalama ve terör eylemleri bu defa İngilizleri hedef almıştı. İngiliz Bakan Lord Moyne 6 Kasım 1944’te bir suikasta kurban gitti. İngilizlerin Kudüs’teki askeri karargahları olan King David Oteli 22 Temmuz 1946’da bombalandı ve 91 kişi öldü. 1947’de İki İngiliz çavuş, hapisteki arkadaşlarını kurtarmak amacıyla Lehi Örgütü tarafından kaçırıldı ve sonrasında öldürüldü.
Bütün bu olaylar artık İngiltere’nin Filistin’den çekilme zamanının geldiğini gösteriyordu. Bunun farkında olan Siyonistler çekilme sonrası planlarını çok iyi yaptıkları halde, lidersiz kalan Filistinliler ise ne yapacaklarını bilmiyordu. İngiltere, sonunda Filistin meselesinin çözümünü Birleşmiş Milletlere havale etti. ABD’nin ağır baskısı ile Birleşmiş Milletler 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı 181 nolu taksim kararıyla, Filistin topraklarını Arap ve Yahudiler arasında böldü: % 56,5 Yahudilere, % 43,5 Araplara verildi.
DEYR YASİN KATLİAMI!
9 Nisan 1948 Cuma günü sabaha karşı, 600 Filistinli Müslümanın yaşadığı Deyr Yasin köyüne gelen 120 Irgun ve Lehi militanı, acımasız bir katliam yaparak çoluk çocuk demeden tam 254 kişiyi hunharca şehit etti. Artık can güvenliği kalmadığı için, bu katliam Filistinliler üzerinde çok büyük korkuya sebep oldu. O dönemde Irgun terör örgütünün lideri ve daha sonra İsrail başbakanı olan Menahem Begin “Deyr Yasin katliamı olmasaydı, İsrail kurulamazdı” diyerek suçunu itiraf etti.
14 Mayıs 1948 tarihinde David Ben Gurion İsrail’in bağımsızlığını ilan etti. 15 Mayıs’tan itibaren Haganah ve diğer terör örgütlerinin militanları İsrail Silahlı Kuvvetlerine katıldı ve 35 bin askerle bütün Filistin şehir ve köylerini işgale başladılar. Arap Birliği ise Ürdün, Mısır, Suriye, Irak, Lübnan kuvvetlerinden oluşan 21 bin kişilik göstermelik bir orduyu Filistin’e gönderdi.
Kudüs, Yafa, Lud, Remle, Hayfa, Akka, Safed ve Taberiye’den sürgün edilen binlerce insan perişan bir halde Gazze’ye, Lübnan’a ve Batı Şeria’ya gitmeye çalıştı. Katliamdan kurtulan yüzlerce Filistinli bu defa yollarda hastalık, açlık ve susuzluktan öldü. Mülteci Kamplarına ulaşanları ise sıkıntılı, zorlu ve sefaletle dolu bir hayat bekliyordu. İşte Filistinlilerin NEKBE dediği felaketin başlangıcı böyle olmuştu.
Filistinliler evlerinden kısa bir zaman için ayrıldıklarını düşünerek, anahtarlarını yanlarına almışlardı. Bu yüzden anahtar Nekbe’nin sembolü oldu. Evlerinin anahtarlarını saklamaya devam eden Filistinliler “avdetül-kübra” adını verdikleri büyük dönüş gününü beklemektedirler.
KUDÜS İKİ İŞGAL YAŞADI
Kudüs tarihte iki önemli işgal yaşadı. Birincisi Hz Ömer’in fethinden yaklaşık 5 asır sonra 1099 yılındaki Haçlı işgali, ikincisi ise Birinci Dünya Savaşı sırasında 1917’de İngiltere öncülüğündeki modern Haçlı işgalidir. Fakat bu işgalin en önemli yanı Haçlı zihniyetinin, 1948’de Siyonistlere devir teslim yapmasıydı.
Takvimler 1095 yılının 27 Kasım’ını gösterirken soğuk bir havada Fransa’nın güneyindeki Clermont şehrinde binlerce insanın toplandığı meydanda büyük bir kalabalığa hitap eden Papa II. Urbanus şöyle bir konuşma yapıyordu:
“Ey İsa Mesih’in evlatları! Doğu’da neler olduğundan haberiniz var mı? Türkler ve Araplar Anadolu’yu ele geçirip Bizans’a ve Akdeniz’e dayandılar. Din kardeşlerimizi öldürüp, kalanları esir aldılar. Kiliselerimizi yıkıp, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Kutsal topraklar ve Kudüs yüzyıllardır onların işgali altında. Sadece İspanya’da Müslümanlara karşı mücadele etmek yeterli değildir. Asıl savaşımız Doğu’da olmalı. Onları Anadolu’dan ve Kutsal topraklardan atmalıyız.”
Haçlılar bölgeye geldiği zaman, bölük pörçük olan Müslümanlar kendi menfaatlerine uygun olacak ve galip tarafın zararından korunacak şekilde hareket ediyorlardı. Müslümanlar arasında birlik, beraberlik, yardım, cihad gibi kavramlar tamamen unutulmuş yerini menfaat, ikiyüzlü siyaset ve Haçlılarla işbirliği almıştı. Öyle ki bazı Emirler, daha Haçlılar şehirlerine yaklaşmadan onlara elçileriyle kıymetli hediyeler gönderiyor, her türlü erzak ve ihtiyaçlarını karşılamayı, kılavuzlar vererek onları emniyetli bir şekilde gidecekleri yere götürmeyi teklif ediyorlardı. Canlarını ve mallarını bu şekilde koruyacaklarını zannediyorlardı. Hâlbuki Haçlılar bu bölgeleri bilmedikleri için korku ve endişe ile hareket ediyor, hatta hangi yoldan gideceklerini günlerce tartışıyorlardı. Bu şartlar altında 7 Haziran’da Kudüs önlerine gelen Haçlılar şehri kuşatmış, 5 hafta sonra 15 Temmuz’da surlardan içeri girmişlerdi. Yapılan büyük katliamı kendi tarihçileri bile dehşet içinde anlatmışlardı.
Selahaddin Eyyubi, Nureddin Zengi’nin emrinde olan amcası, ordu komutanı Şirkuh’un yardımcısıydı. Onu Kudüs Fatihi yapan en önemli sebep, işgali kendine dert etmesiydi. Genç yaşlı, kadın erkek bütün Müslümanlar Kudüs’ün Haçlı işgalinden kurtulması için elinden geleni yapıyordu. Halep’te bir marangoz Mescidi Aksa için çok sanatlı bir minber yapmıştı. Soranlara da şöyle cevap veriyordu:
“Ben asker değilim, savaşa gidemem. Elimden gelen ancak böyle bir minber yapmaktır. Kudüs’ü fetheden komutan da onu alıp yerine koysun”
Selahaddin Eyyubi, bütün Müslümanları birleştirdi. Kardeş olduklarını hatırlayan İslam ordusunun askerleri birlik olunca Kudüs’ü, Filistin’i ve işgal altındaki bütün şehirleri kurtardı.