“Hiçbir şey sırf var olduğu için
sırf yazılmış olduğu için değerli olamaz.”
Adorno
Estetik kavrayışımızın beslendiği kaynakların değiştiğini görmek bir endişe yaratıyor. Sanatta anlamın da emeğin de değiştiğine işaret ediyor çünkü. Bu kaynakların görüntü dünyası, bambaşka bir sunum içerisinde, nasıl bir estetik algıya sahip olmamız gerektiğini fısıldıyor. Yeni yeni imgeler üreterek bizi tasarım dünyasının kültürel temsillerine götürüyor. Karmakarışık ilişkileriyle, kaos çağının ve görsel kültürün anlam dünyasına…
Sanatsal ve kültürel gelişmelerde, estetik kavrayışın temel çizgisinin sürekliliğini koruduğu, sanatın belirleyici gücünü muhafaza ettiği fikri kuvvetli olsa da, buradaki sapmalarla sanatın sonraki dönemlerinde dönüp dolaşıp aynı çizgiye yerleşeceği düşüncesi sadece bir avuntu olabilir. Kültür dünyasının pek çok yeni odağı var zira ve hızla çoğalmaya devam ediyor.
Estetik endişe, sanat ve kültür tarihimizin büyük isimlerinin oluşturduğu o soy çizgisi üzerinde yürümek isterken ortaya çıkıyor. Sanatçı, aydın ve entelektüel bilincin ortak ürünü olduğu gibi ortak sorumluluğu aynı zamanda. Bu endişe ile aydınlanma imgesi oluşturuldu ve tüm sanatsal kazanımlar da bu imge ile bütünleşti. İnsan da kendini bu düzlemde yeniden yeniden tanımlama olanağı buldu. Estetik endişe, sanatın dünyasının gerçekliği ile karşılaşmanın duyusal temelini oluşturur. Sanatsal üretimin bilinçli yapıcısı olmanın kapısını aralar. Sanatçı bu endişe ile kendini aşmanın olanaklarını kavrayabilir.
“Estetik Endişe” üzerine bir hayli kafa yormuş Alaattin Karaca’nın son kitabı da bu isimle yayınlandı. Sanat ve edebiyat yazılarıyla tanıyoruz kendisini. İnceleme ve eleştirileri öne çıkıyor. Son yıllarda sosyal medyada şiirlerine de sıkça rastlıyoruz. Muhtemelen bir kitabı da bu şiirlerinden oluşacak.
Karaca, kitaptaki yazılarla estetik kavrayışın çerçevesini çizerken, sanatsal üretim çeşitli alanlarında gezinmiş ve bu endişe ile yapıtlarını bütünleştirmiş pek çok isimden taşıdığı düşüncelerle algımızı besliyor.
Bazılarımız, giriş yazılarından hızlı bir geçiş yaparız kitaba. Ben bu yazıları önemsiyorum. Hele hele yazarın kendisi tarafından kaleme alınmışsa. Sunuş kısmında yazmanın kendisi için “vazgeçilmez bir tutku” olduğunu dile getiren Karaca, İlhan Berk’in “Ben dünyaya yazılacak bir yer diye bakıyorum…” sözünden hareketle yazarlığının konumunu veriyor.
Şu farkla:
“Ben dünyaya yazmak için bakmıyorum yazarak bakıyorum. Daha doğrusu yazarak kavramaya çalışıyorum. Varoluşumuzu, coğrafyamızı, medeniyetimizi, ikilemlerimizi, kuşkularımızı, dünyayla olan ilişkilerimizi, ötekileri ve özellikle de kendimi.”
Yazma eyleminde bir şeyleri “inşa etme” amacının olmadığını “anlama” ve “kavrama” çabasıyla topluma ve dünyaya dokunduğunu söylüyor Karaca. Kendisini belirleyen koşullarla ilişkisini çözümleyebilmek, bir kısmını değiştirebilir hale getirebilmek için belki de… Çünkü yazarak “diri” kaldığını bir taraftan da “ben”i inşa ettiğini belirtiyor. Kavafis’in İthaki şiirinde İthaki’ye ulaşmaya çalışan bir “yolcu” gibi…
Evreni ve kendisini yazarak kavramaya çalışan birinin “estetik endişe” taşımadan bambaşka bir duyarlılık düzlemine geçmesi mümkün mü? Sanatsal üretim de bu odaktan planlanıp yönlendirilmiyor mu zaten? Bu endişenin boyutlarından bir tanesi de kültür ve sanat üreticisinin ve alıcısının sürekli olarak bu çizgiden sapmadan kendini yenileme mecburiyetidir.
Alaattin Karaca da yazma eyleminin çok kolay bir şey olmadığını, bir “bedeli” olduğunu vurgular.
Kitabın birinci bölümü de “Yazı ve Bedel” başlığını taşıyor.
Nedir yazmanın bedeli, nelerin toplamıdır ya da?
Galiba en önemlisi kalabalıklara konuşurken onlara sırt çevirip “yazma yalnızlığı”na kapanmaktır. Kimilerinin “kule” kimilerinin de “hücre” dediği “ben” in odasına çekilmek… Estetik endişesi olan bu yalnızlığa da talip olabilendir aynı zamanda? Karaca, “kültür endüstrisinin nesnesi olarak internet ağına düşen” yazarlara kalabalıklara sırt çevirecek cesaretlerinin olup olmadığını da sorar.
Yalnızlık, sanatsal üretimin ve yazmanın bir bedeli olarak gönüllü ve zorunlu bir tercih şeklinde beliriyor.
Şu sorular da aklımıza gelmiyor değil!
Sanat bir kavrayış yolu. Evreni, doğayı, dünyayı, gerçeği, hakikati, insanı, ben’i, varoluşu…
Nasıl bir yalnızlık bu?
Yalıtılmış bir yalnızlık mı, yaşamın gerçekliğinden uzaklaşma mı, kendi gerçekliğinde devinim mi? “Sanatın gerçekliği” denilen gerçekliğin evreninde soluk alıp verme mi? İçe dönmenin olmazsa olmaz koşulu mu ?
Peki ya sanatın yalnızlığının diğer yalnızlıklara da evrilme riski?
Bu konuda pek çok yazı yazılmış olsa da “yazma yalnızlığı” ya da “sanatçı yalnızlığı” denilen yalnızlığın tarifi çok da net yapılamıyor. Bunu anlamak için de sanatçı olmak gerekiyor galiba. Kalabalıklarla buluşma ve alışveriş biçimini, sanatsal üretim etkinliğinin yoğunluğu içerisinde, insan ilişkilerine duyulan ihtiyaç belirliyor. Şu var ki yaşamın yalnızlığına üretmenin yalnızlığını eklemleme gücü sanatçıyı olağanüstü bir boyuta taşıyabiliyor.
Bizim ülkemizde bir kısım yazarlar “yazmanın yalnızlığını” ekseriyetle yaşamdan yalıtılmış yalnızlık olarak algılayıp, hayata dair okumalarını çoğunlukla yazılı metinler üzerinden gerçekleştirirler. Yazar okuyuculuğu, metin okuyuculuğu değildir halbuki. Ve bunu da en iyi onlar bilir. Yazarlığın yalnızlığına bir çerçeve çizilemez elbette ancak bu yalnızlığın, gerçekliğin kavrayışında arıza yaratmayacak bir mahremiyet sınırında olması da gerekmiyor mu?
Yazmanın bir sorumluluğu olduğu muhakkak. Aydın ve entelektüel olmak için yazmanın yeter koşul olmadığı da… Yazarların iyi birer okuyucu olduğu vehmi bizi hep yanıltır. Okumak yazmanın bir gereğidir evet ama yeteneği, uzmanlığı, sanat ve edebiyatla ilişkisi, kısaca yazarın hangi nedenlerle kitaba uzandığı, onun okuyuculuğunun en belirleyici özelliğidir. Karaca’yı takip edenler onun yazarlığını besleyen iyi bir okuyuculuğu da olduğunu bilirler. Okumanın ve yazmanın bedelleri üzerinde kafa yorarken, şiir ikliminde şehirleri ve coğrafyaları dolaştığını, oralara gölgesi düşen portrelerle eserleri üzerinden iletişime geçtiğini, sohbet ettiğini, romanlarının derinliklerine dalıp kahramanlarına mercek tuttuğunu da… Yazarın okuyuculuğu elbette ki daha farklıdır. Çünkü o okuduklarını kişisel bağlamda yeni bir üretim sürecine sokar.
Kitaptaki denemeler bize sanatın ve üretmenin “dik ve zor bir merdivene tırmanmak” gibi sabır gerektiren çileli bir yol olduğunu anlatıyor. O” ilk basamağa” adım atmak çok değerli olsa da, “yalnız kalmak, örselenmek, dışlanmak” gibi ağır bedelleri olabilir. Her şeye rağmen bu zorlu tırmanışı gerçekleştirip “düşünceler kentinin hemşehrisi olmak”, işte o bir ayrıcalık… Sanatçının düşü bir düzeyde gerçekleşmiş olur.
Yazmanın kolay bir uğraş olmadığı aşikar. Zaten yazarlar da hep zorluğundan bahseder. Çileli yol hikayelerinde, okuyucuyu bu çabanın değerini bilmeye davet ederler bir anlamda. Okumanın da kolay bir eylem olduğu söylenemez. Her zaman çok keyifli olmayabilir. Yazarın zorlukla ürettiğini bir çırpıda tüketmek için çevirmez sayfaları, kendini önüne katıp sürükleyen olguların içerisinde yeniden inşa etme çabasına girişebilir. Yazmak, yazar için dünyayı anlamlandırmanın dolaysız bir olanağı ise okuyucu için de okumak o anlam gezegeninde kavrayış yolculuğudur. “Yazar, Metin ve Okur” başlıklı deneme, bu üçü arasında metin üzerinden kurulan “kalbi bağın” duyumsama biçimini anlatıyor. Estetik alımlama da bu bağın, yani esere üflenen ruhun varlığı ile mümkün olabiliyor.
Yazarların görüşleri ve değerlendirmeleri onların seçimlerini de yansıtır. Metinlerinin uzunluğu ve kısalığı, yazarla metin arasındaki ilişki biçiminin bir görüntüsüdür, Karaca’ya göre. Kitabındaki denemeler de oldukça kısadır. Adorno’dan alıntılarla, uzun metinlerden vazgeçememenin, “duygusal bağlılığın” hatta “kibrin” ifşası olduğunu belirtir. Bu nedenle denemelerine bir ölçü tutar ve uzayan anlatımların her zaman estetik bir değere karşılık gelmediğini hissettirir. Sanıldığının aksine kısa yazmak hiç de kolay değildir. Denemelerine son noktasını koyarken tamamlanmamışlık hissine kapılmış mıdır, bilmiyoruz. Ama okuyucuya doyurucu bir porsiyon sunduğunu söyleyebiliriz.
Karaca, klasik edebiyatla sık sık karşılaştırmasını yaptığı çağdaş Türk edebiyatında hünerverliğin öne çıktığına işaret eder. Muhafazakar, yerli ve milli sanat anlayışı da eleştirilerinden nasibini alır. Hele şu sanat atölyeleri varya, işte onlar estetik endişenin hiç uğramadığı yerlerdir.
Kitabın “Şiir, Şehir ve Coğrafya” başlığını taşıyan ikinci bölümünde, kültürel üretimi gerçekleştirdiğimiz ve öteki yaşam alanımız kentlerde, önceki nesillerden devraldığımız yapılara hangi estetik endişelerle dokunduğumuz, nasıl dönüştürdüğümüz değerlendiriliyor. Kentleşme olgusunda, modern şehir hayaline, muhafazkar anlayışın da katkılarını esirgemediği kültürel krizin çözümlemeleri yapılıyor. Kentlerin yeniden üretimini sağlarken tarihsel birikimine, kültürel kimliğine, ortaya çıkan gereksinimler doğrultusundaki eklemlemelerin, estetik bir kavrayıştan beslenmesi gerektiğini hatırlatıyor. Zira her nesil, önceki nesillerin mirasını tüketmeden, kent kimliğine zamanın ruhunu kazandırmakla mükellef. Karaca’nın şehir ve şiir bağıntısına böylesine yoğunlaşması, yüzyılın özellikle son çeyreğinde modern edebiyatın kent üzerine inşa edildiği düşüncesinden kaynaklanıyor.
Kitabın son bölümünde yer alan denemeler, Karaca’nın da önem verdiği edebi portrelerle buluşturuyor bizi. Onlarla dolaylı konuşmalarına tanık oluyoruz. Seçtiği kısa hikayelerin içinde bilmediğimiz yönlerini de fısıldıyor. Bu bölümde de metinler kısa tutulmuş. Deneme dilinin sıcaklığı; şair, yazar ve düşünürlerle kurulan gönül bağının samimiyeti ile beslenmiş.
“Yazının yükü ağırdır ve taşıması zordur!” diyor Alaattin Karaca. Bir kere insan olmak, bir coğrafyaya doğmak, toplumun ilişkiler ağında varlık oluşturmak, kültürün öğelerini yüklenmek, düşüncenin ıstırabını yaşamak, duygu dağlarını sırtlamak; erdemin, ahlakın, özgürlüğün mecburiyetlerinde denge bulmak, çoğalmak, azalmak, tükenişe direnmek… “Sanatçının, entelektüelin ruhuna üflenen nefesin” bedelidir aynı zamanda bu zorluk.
“Estetik Endişe”, sanatın üretiminde ve alımında farklı bir okumanın mümkün olduğunu, bununla beraber kültürü biçimlendiren o sihirli etkinin varlığını hissettiriyor.